Sigaramdan son bir nefes alıp ayağımla söndürdüm. Küçük bir tekmeyle bankın ayağının dibindeki arkadaşlarının yanına gönderdim. Küçük sevimli paketim elimde ayağa kalktım.
Geldiğim yöne doğru yürüdüm. Yanımdan boş bir iki taksinin geçmesine izin verdim. Gördüğüm birinci çöp konteynerin atladım nedense. İkincinin içine attım neredeyse dalak ameliyatımı oracıkta gerçekleştirecek aleti.
Ben böyle bir dedektiftim işte. Diğerleri ceplerinden çıkardıkları delil poşetlerine yerleştirip laboratuvara gönderirlerdi buldukları öteberiyi, ben çöpe atardım.
Olacaktı o kadar fark artık.
Sonra ilk taksiyi durdurdum. Adresi verdim.
4. BÖLÜM
Ortalıkta birkaç gündür görünmediği için birilerini meraka düşüren hemşire Begüm Kalyon’un soyadını bilmediğim arkadaşı Firdevs’in evi, Teneke Mahallesi’ni Nişantaşı’na bağlayan yokuşun ortalarında, ince uzun bir apartmandaydı. Apartmanın yüzeyi uçuk pembe BTB kaplıydı. Apartmana giriş kapısının küçük kareler oluşturan demirleri yerinde duruyordu ama aralardaki camların çoğu kırılmıştı. Kapının yanındaki zil butonları epeydir işlevsizlermiş gibi duruyordu.
Elimi demirlerin uygun yerinden sokarak arkadan kapının kilidini açtım. İçeri girdim. Camları kırık demir kapıdan başka bir yerden ışık almayan sahanlık alacakaranlıktı. Gözlerim alışsın diye biraz bekledim. Sonra duvarda bir elektrik düğmesi aradım. Buldum ve dokundum.
Gördüğüm ilk şey yerde yatan bir bisikletti. Epeydir orada terk edilmişti anlaşılan, arka tekerleği yoktu. Hemen yanında ters çevrilmiş bir alışveriş sepeti vardı. Hiç güven vermeyen asansörü boş verip yanındaki merdivenlere yöneldim.
Beklediğim gibi ağır ve yerleşik kavrulmuş soğan kokusu geldi burnuma. İlk kattaki kapıların önünde ayakkabılar vardı. Kimi düzgün, kimi dağınık bırakılmış kadın, erkek, çocuk ayakkabıları. Koridor duvarını boydan boya, dalgalı bir tebeşir çizgisi süslüyordu. Merdivenleri tırmanmaya devam ettim.
Soğan kokusu daha da kesifleşti yukarı çıktıkça. Buna karşın kapıların arkasından beklediğim ev gürültüleri gelmiyordu. Bir kat daha çıktım. Merdivenin otomatiği söndü. Koridor bütünüyle karardı.
Çakmağımı çıkarıp yaktım. Duvarda bir elektrik düğmesi daha aradım. Aşağılardan bir yerde bir kapı açıldı. İki saniye sonra koridorun ışığı yandı. Aşağıdaki kimse ona teşekkür ettim içimden. Düğmenin yerini saptadım bir sonraki kararma için.
Karşılıklı dört kapının üzerindeki numaraların karakteri ve puntosu birbirini tutmuyordu. Numaraya ihtiyacım yoktu hedefim olan kapıyı bulmak için ama. Sevgilisini aramamı isteyen Kemal Arsan’ın tarifine uygun olarak, üstüne kocaman bir üzüm salkımı çıkartması yapıştırılmış olan kapının önünde durdum. Önünde ayakkabı yoktu.
Firdevs Hanım’ın soyadı Işın’dı. Kapının tam ortasında, alışılmadık büyüklükteki pirinç bir levhanın üzerine eğik harflerle yazılmış iki kelimeden anladım bunu. Levhanın altında eski usul pirinç bir kapı tokmağı vardı. Geldiğimi haber verecek bir zil butonu göremedim.
Derin bir nefes aldım. Önünde durduğum sayısız yabancı kapıyı hatırladım bir an. Arkalarındaki tatsız sürprizleri. Dur bakalım dedim içimden, bu kez ne olacak?
Tokmağı tutup, iki kere vurdum kapıya. Çelik kapı titreşti, gelen misafirin haberini iletti içeriye. Güçlü biçimde.
Kulağımı kapıya yaklaştırdım. İçeriden konuşma, televizyon, terlik tıkırtısı gelmiyordu.
Merdivenin otomatiği bir kez daha söndü. Aşağılardan tanımadığım birilerinin yardımını beklemedim. Yerini artık bildiğim düğmeye dokundum iki adım sağa atıp. Dönüp yeniden tokmağı vurdum kapıya.
Daha çeliğin tınlaması koridorun derinliklerinde erimeden açıldı kapı. Açan kapının arkasında ikinci kez vurulmasını bekliyordu demek ki. Tam da gözetleme deliğinin karşısında duruyordum. Ürkütücü bir suratım olmadığına bir kez daha inandım.
Kapıyı yarım açan genç kadına, hasta ve yaşlı anne babanızı gözü kapalı teslim edebilirdiniz. Çok güzel değildi ilk bakışta. Piyasa güzeli değildi yani. Kumral saçlarını iki yandan arkaya doğru topladığı için, beyaz tenli yüzü bütün ovalliğiyle ortaya çıkmıştı. Elmacıkkemikleri iyice vurguluyordu yüzünün sınırlarını. Dudakları hafif dolgundu. Çenesi, fotoğraflarla kimlik analizi kitaplarından öğrendiğim kadarıyla kararlılık sahibi kişilerdeki gibi biçimlenmişti.
Üzerinde blucin kumaşından bir elbise vardı. Etekleri dizinin biraz altında, en üstteki ve en alttaki hariç düğmeler ilikliydi. Daha ilk bakışta, işini bilen hayli profesyonel bir özel hemşire izlenimini eksiksiz veriyordu.
Yüzünde yeni hasta yakınlarına hazırladığı gülümsemeye biraz şaşkınlık katılmış bir ifadeyle bana baktı.
“Buyurun?” dedi pazarlamacı olmasam ne kadar çok sevineceğini sezdiğim bir ses tonuyla.
“Firdevs Hanım?” dedim.
“Benim, buyurun,” dedi ses ve yüz ifadesini hiç değiştirmeden.
“Bir yakınım için rahatsız ettim sizi,” dedim. “Yaşlı ve kanser hastası. Maalesef terminal dönem.”
Kapıdaki kadın bir an kararsız kaldı. Beni ve hastamı reddedecek gibiydi. Koridorun sağına soluna baktı hiç gereği yokken. Sonra yeni bir hasta fikri ağır bastı galiba. Bir adım geriye çekildi, kapıyı tam olarak açtı girmem için.
“Girsenize, içerde konuşalım.”
Girdim.
Firdevs Işın’ın evinin, apartmanın dış görünümüyle en ufak bir alakası yoktu. Onun antiteziydi adeta. Antre olmadığı için hemen karşılaştığınız oturma odası, herhangi bir IKEA kataloğunda yalnız yaşayan genç kadın profesyonellere örnek gösterilecek kadar küçük ve sevimli göründü gözüme.
Tam karşıdaki pencerede Morihei Ueshiba’nın ülkesinin desenlerini taşıyan jaluzi, dışarının ışığını hafifçe kırıyor, salona dozunda bir yumuşama getiriyordu. Önüne küçük tahta bir masa ve iki sandalye yerleştirilmişti. Masada bana göre yan duran açık bir dizüstü bilgisayar vardı. Pencerenin sağından uzanan duvara, insan boyu kadar yükseğe, masadakilerin aynısı bir sandalye monte edilmişti. Sandalyedeki küp şeklindeki vazonun içinde adını bilmediğim kırmızılı mavili çiçekler oturuyordu. Salonun sol duvarını üstlerinde bir dolu karton kutu duran iki uzun raf kaplıyordu. Kutuların üzerine minik minik çiçekler işlenmişti. Yere zeminin ancak üçte birini kaplayan bir kilim atılıydı. Rafların karşısında iki kişilik bir divan duruyordu. Divanın önünde, üstünde kadın dergileri ve küçük bir vazoda papatyalar olan kare bir sehpa vardı.
Divanın pencereye yakın tarafında genç bir kadın oturuyordu. Üzerinde kahverengi kadife bir pantolon ve sarı sweat-shirt vardı. Saçlarını atkuyruğu yapmıştı. Güzelce bir kadındı galiba, ince ince bakmadım yüzüne. Estetik operasyonu geçirdiğini sandığım kalkık burnu çarptı gözüme yalnızca.
Benim için açılan kapının hemen bir adım önünde durdum, durumu yönetmesi için Firdevs Işın’ı bekledim.
Ev sahibem divanın boş tarafını gösterdi bana.
“Oturmaz mısınız?” dedi. Yanına oturacağım arkadaşını tanıtmaya gerek görmedi.
“Teşekkür ederim,”