“Kolay gelsin ahbap,” dedim. “Mevlut Pehlivan Sokağı ne taraftadır?”
Adam yüzüme baktığına pişman olmuş bir ifadeyle başını caddenin aşağısına doğru salladı.
“Soldan ikinci sokak,” dedi.
“Eyvallah,” dedim. O paralarına, ben yoluma döndük.
Tempomu artırdım. Waypoint 1 dedim içimden. Kaldırımdaki insanların sayısı azalmıştı biraz. Kimseye çarpmadan sollayabiliyordunuz. Aradığım sokak uzaktan görününce karşıya geçtim.
Mevlut Pehlivan Sokağı, cadde adı taşıma konusunda Ortaklar Caddesi’yle tartışabilirdi isterse. En azından onun kadar ağacı vardı iki yanına serpilmiş.
Çok fazla ilerlememe gerek kalmadı zaten. Yola dik park edilmiş iki ambulans ve üzerinde Manhattan Medical Hastanesi/Park Edilmez yazan altı cadde kenarı işgalcisi daha çok yürümeyeceğimi müjdeliyordu.
Waypoint 2’yi 50 metre mesafeden inceledim..
Manhattan Medical Hastanesi, doğrusu sokağa adını veren güreşçiyi tuş edecek kadar büyüktü. Uzaktan bakıldığında, aralarından sedye geçirilebilecek aralıklarla yan yana on ambulans koyabileceğiniz uzunlukta iki katlı bir binanın ortasından yukarıya doğru herhalde yedi kat uzanıyordu. Yapının zemin katının yüzeyi kim bilir nereden ithal edilmiş açık yeşil mermerle kaplıydı. Yukarı yükselen kulenin sağında ve solundaki pencerelerin arasındaki alana görgüsüz büyüklükte üst üste iki M harfinden oluşan bir amblem yerleştirilmişti. Daha ileride kimsenin gözünden kaçmayacak büyüklükte kırmızı harflerle ACİL yazıyordu.
Deminkinden daha düşük tempolu adımlarda yürüdüm Manhattan Medical’in girişine doğru.
Giriş üçer metrelik yekpare iki kayan cam kanattan oluşuyordu. Her kanada bir M harfi düşüyordu elbette. Sağlıklı ya da hasta, yaklaştığınızda hemen hemen duyulmaz bir sesle iki yana doğru kayıyordu kapılar. Aralarından geçtim.
Tam karşıda uzun bir kabul bankosu vardı. Uçuk pembe üniformalar giymiş dört kız ince bilgisayar ekranlarının arkasında oturuyordu. İkisinin önünde insanlar vardı. İçeri girdikten sonra durup sağa sola baktım. Sağda ileride Kahve Dünyası’yla yarışabilecek yakışıklılıkta bir kafe vardı. Hemen yanında kitap, gazete ve bir dolu ıvır zıvır sattığını düşündüğüm bir dükkân. Onların ilerisinde kafede para harcamak istemeyenlerin oturabileceği havaalanı bekleme koltukları.
Sol taraf asansörlere ayrılmıştı. Dört asansör. Birisinin kapısı diğerlerinden daha genişti. Asansörlerin arasındaki boşluklarda hangi hastalık türlerine binanın neresinde şifa dağıtıldığı yazılıydı.
Yerdeki mermerin üzerinde ayağımın kaymamasına dikkat ederek kabul bankosuna doğru yürüdüm. Suratıma yarı endişeli bir ifade verdim yapabildiğimce. Önünde ilgileneceği kimse olmayan iki kızın saçları sarı olanına doğru ilerledim. Zoraki gülümsedim ve kızın dikkatini bana vermesini bekledim. Göğüs cebinin üzerindeki kartta adı yazıyordu. Sultan Karakum.
Kız bankonun ardındaki klavyesinde bir iki tuşa bastıktan sonra gözlerini kaldırdı ve benden daha zoraki bir gülümsemeyle yüzüme baktı.
“Hoş geldiniz efendim,” dedi.
“Çok hoş gelmedim ama…” dedim.
Hastaların ve hasta yakınlarının her türlü atağını karşılamaya eğitimli olduğunu belli eden bakışlarla baktı bana. Gülümsemesini koyulaştırdı. İçinden küfrettiğine yemin ederim.
“Nasıl yardımcı olabilirim size?” dedi.
Parmaklarımı bankonun üzerinde tıkırdattım.
“Tanıdığım bir doktor şöyle bir baştan aşağı baktır kendine dedi,” dedim. “Kalp açısından. Kısmet bugüneymiş.”
“Çekap?” dedi sarı saçlı kız.
“Epey kilometre yaptım,” dedim. “Gerekiyor herhalde…”
Sultan Karakum saçlarını kafasının bir hareketiyle geriye attı, sonra bankonun altında göremediğim bir telefonun ahizesini kaldırdı, iki tuşa bastı.
Başlıyoruz dedim içimden. Kız telefonu yerine bıraktı, öğrenilmiş gülümsemesinin en koyu haliyle yüzüme baktı.
“Hasta danışmanı arkadaşımıza haber verdim, hemen geliyor, sizi yönlendirecek efendim,” dedi.
“Teşekkür ederim,” dedim. Bankodan geri çekilmedim ama.
“Alakasız bir şey sorabilir miyim?” dedim.
Sultan Karakum’un kaşları galiba alakasız sorulara hazırlıksız olduğunu gösterir biçimde yukarı kalktı. Bir şey söylemedi ama. Sadece baktı.
“Begüm Hanım buralarda mı?” dedim çok ama çok sıradan bir soru soruyormuşum hissi vermeye gayret ederek.
“Kim?” dedi sesinde sorudan çok ünlem vurgularıyla.
“Begüm Hanım,” dedim. “Begüm Kalyon. Hastanenizde hemşire olarak çalışıyor.”
Sultan Karakum Doktor Gregory House’ın odası nerde diye sormuşum gibi baktı yüzüme bu kez. Hemen cevap vermedi. Bankonun arkasındaki klavyenin görmediğim bir tuşuna vurdu.
“Begüm…” dedi, sonra hızla ekledi. “Bugün görmedim. Görmedim hiç. İzinli olabilir.”
“Anladım,” dedim. “Neyse, önemli değil.”
Sultan Karakum biraz kendini toplamış gibiydi.
“Neden sordunuz?” dedi. “Hasta danışmanı arkadaşımız her türlü sorunuzu eksiksiz cevaplayacak, emin olun.”
“O açıdan sormadım,” dedim. “Bir arkadaşımın kızı. Kulağıma yer etmiş burada çalıştığı. Gelmişken bir sorayım dedim.”
“Evet,” dedi. Bir an sonra ekledi. “Dediğim gibi izinli olmalı bugün.”
Sonra omzumun arkasındaki bir noktaya çevrildi gözü. Yüzü önündeki salak hasta adayından kurtulduğuna sevinmiş gibi aydınlandı.
“Ayla,” dedi sesini arkamdan kendisini kurtarmaya gelen arkadaşına duyurmak ister gibi yükselterek. “Beyefendi çekap düşünüyor, ilgilenir misin?”
Geriye döndüm.
Kendimi tutmasam ıslık çalacaktım.
Dünyanın en güzel kızlarından biri, yüzünde dünyanın en tedavi kabul etmez hastalığına yakalanmış olsam bile bu hastanede iki günde eskisinden sağlam olacağımı müjdeler gibi bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Güzel dediysem gazetelerin son sayfalarında görmeye alıştığımız güzellerden değil. Okuldan yeni mezun olmuş tazelikte ama altı ayrı acil serviste gizli gizli gözyaşı dökmüş olgunlukta bir hanım kız vardı karşımda. Kumral saçlarını örmüş, yandan salmıştı. Gözleriydi insanı çarpan. Hiç dokunulmamış gibi duran kaşlarının altından sizi çözmek ister gibi bakan kahverengi gözleri vardı. Yanakları hafif, çok hafif renklendirilmişti. Lisa del Giocondo’nunkileri andıran dudağının üstünde küçük bir nokta vardı yalnızca kabul edilebilir bir defo olarak.
Bankonun arkasındaki kızlardan farklı olarak, açık mavi, bele oturan bir elbisesi vardı. Sol elinde bir telsiz telefon tutuyordu. Elbisesinin kocaman ceplerinin sağdakinde kırmızı