Kendi kendime acımaktansa lüzumsuz işler peşinde koşmanın daha haysiyetli olduğuna karar verdiğimi fark ettim birden. İyi geldi bu.
Koltukta benden önce oturan adamın yaptığını taklit ettim sonra. İnsan gözleri kapalıyken daha iyi hissediyordu kendini bir aynanın karşısında. Derin nefesler alarak destekledim bu duygumu. İyice içeri çektim açık kapıdan zorla içeri giren İstanbul havasını. Boğazımı sıkan örtüden güçlükle sıyrılmasını sağlayıp ta aşağılara, diyaframımın dibine kadar bastırdım. Ciğerlerime dolan hava, içerdiği oksijeni, ne kadarsa artık, hara’mdan damarlarıma, damarlarımdan kılcal damarlarıma, onlardan hücrelerimin orasına burasına taşıdı. Hafif döndü başım. Devam ettim. Berberin usturasının suratımda dolaşmasını ne hissediyordum ne hissetmiyordum. Soluk aldıkça yükselen göbeğimin gerilimini hissediyordum ama. Sonra rahatlamasını.
Ayhan Işık bıyıklı berber sakalımla, ben daralıp genişleyen bedenimle uğraştık bir süre. Sonra berber boğazımdaki sıkışıklığı çözdü, örtüyü çekti ve bir adım geriye çekildi kalkabilmem için.
“Sıhhatler olsun beyim,” dedi.
“Eline sağlık,” dedim bu kez koltuktan kalkan her berber müşterisi gibi elimi çenemde gezdirirken.
“Telefonunu bir kullanabilir miyim?” dedim. “Şehir içi.”
“Elbette beyim,” dedi. “Ne demek, istersen ara Başkan Obama’yı.”
Eliyle dışarıya bakan pencerenin dibindeki telefonu gösterdi. İki adımda yanına gidip kaldırdım. Begüm Kalyon’un cep telefonunu tuşladım. Berber gözünün ucuyla tuşlara kaç kez bastığımı takip ettiği için cep telefonu aradığımı anladı. Gözleri hafifçe kısıldı. Üzerinde durmadım.
Telefon çaldı. Çaldı. Sonra birkaç kez daha çaldı. Açılmadı.
Eh, açılmasını beklemiyordum ama yine de aramam gerekiyordu. Sonra berbere göstere göstere telefonun çatalına bastım. Ev numarasını tuşladım. Açılmasını beklemiyordum ama yine de tuşladım. Sonuç aynıydı.
Ahizeyi yerine koydum.
Cüzdanımdan cep telefonuyla konuşmuş olsam bile faturasındaki payımı ve tıraşı fazlasıyla karşılayacak bir banknot çektim. Uzattım üstünü beklemediğimi belirten bir el hareketiyle.
“Allah bereket versin beyim,” dedi Ayhan Işık bıyıklı berber. “Yalnız beyim… İznin olursa…”
“Buyur,” dedim.
“Nefes alışlarını beğenmedim pek,” dedi. “Bir doktora görün beni dinlersen. Olmasın kalbinde malbinde bir şey.”
Gülümsedim.
“Dert etme,” dedim. “Zaten şimdi bir çekapa gidiyorum şöyle tepeden aşağı. Bakalım ne gösterecek?”
Kalbimde olan şeyin damar daralmasından çok daha farklı bir şey olduğunun güveniyle attım kendimi dükkândan dışarı.
Evet, şöyle bir kapsamlı çekap seferinde hayır vardı.
Remzi Ünal ben, işe çıkıyordum.
Metroya çok uzun süredir binmemiştim. Epeydir insan içine çıkmadığım için arabamın çalışıp çalışmadığı umurumda değildi. Terk ettiğim yerde, taşındıktan sonra ikinci gece uyumak nasip olmayan yeni evimin bulunduğu sitenin otoparkında, muhtemelen kalkık silecekleriyle yatıp duruyordu. Umurumda değildi.
İstanbul’un kısa boylu metrosunun Taksim girişinin merdivenlerinden indim. İnenler çıkanlar kendi mühim meseleleriyle alçalıp yükseliyorlardı. Makineden iki jeton aldım. Birini harcadım.
Yürüyen platformun bitişinde kemanını çekiştiren adamın uzağından yürüdüm. Ne çalmaya çalıştığını bile anlamamıştım. Önündeki boş keman kutusu bu görüşümü destekliyordu. Akıntıya kendimi bırakıp aşağıya indim. Başım önde yürüdüm.
Vagona sorunsuz bindim.
Etrafta epey boş yer olmasına karşın oturmadım.
Açılıp kapanan kapının yanına sırtımı dayadım, berberde başladığım nefes hareketlerinden en gösterişsizini uygulamaya başladım. Ciğerlerimi alabildiğince temiz havayla doldurup boşaltmak için doğru yerde değildim elbette ama üzerinde durmadım.
Kendime kızgındım çünkü.
Kemal Arsan’la onca cilveleşmenin peşine düşmeyi iyi biliyordum da, sevgilisi Begüm Kalyon’un bir fotoğrafının yanında olup olmadığını sormayı akıl edememiştim. Kendi kendime sık sık söylediğim gibi ihtiyarlıyordum galiba. Ya da daha kötüsü, yata yata, varsa eğer, işimle ilgili melekelerimi kaybetmiştim. Kabul etmem gerekir ki, daha da kötü bir ihtimal vardı.
Adamın biri sevgilisini arıyordu. Dört gündür ortalarda gözükmeyen sevgilisini. Ben bir başka kadını haftalardır aramıyordum. Neredeyse Beşiktaş Belediyesi Evlendirme Memurluğu’nun kapısını çalacak kadar yakınlaştığım kadın da beni aramıyordu. Arasa bulabilir miydi ayrı hikâye. Bulamazdı. Aradığı insanları bulmak benim işimdi. Üstelik bulmak için elimde fotoğrafı olması da gerekmiyordu. Görünüşü derinlere kayıtlıydı. Koordinatları derinlere kayıtlıydı.
Yanımda bir fotoğrafı yoktu o kadının da.
Derin derin nefes alıp vermeye devam ettim. Eski günlerdeki gibi. Metronun milyonlarca kişinin nefesiyle bulanıklaşmış havası ciğerlerimin dip köşelerine girip çıkmaya devam etti. İstanbul içime girdi. İstanbul içimden çıktı. Ayaklarımın altında hareket eden İstanbul yeniden kımıldattı kılcal damarlarımın uçlarındaki uyuşmuş hücreleri.
Metro treni durdu kalktı. İnsanlar indi bindi. Ben nefes alıp vermeye devam ettim.
Karşımda oturan üniversiteli kılıklı kız bana baktı. Kucağında kitapları duruyordu. Ellerini kitapların üzerine kapaklarında ne yazdığını göstermek istemiyormuşçasına kapamıştı. Ona gülümsedim. Gülümsememi iade etmedi. Önemsemedim.
Nefes alıp vermeye devam ettim.
İyi geldi.
Kendimden daha az nefret etmeye başladım.
Yaptıklarımdan, yapamadıklarımdan daha az nefret etmeye başladım.
Yapacaklarımdan da.
Karşılaşacağım kimselerin bana yapacaklarından da. Yalan söyleyeceklerdi, kıvırtacaklardı. Kimileri sertleşecekti. Kimileri ağlayacaktı. Kimileri yanağıma küçücük bir öpücük konduracaktı.
Kimilerinin hayatını değiştirecektim, Allah kahretsin!
Olsun. Böyle iyiydim ben. İstanbul’un sokaklarında kafasına göre dolaşıp duran bir özel dedektif. Ne adalet peşindeydim ne ceza. Tek derdim kendimi utandıracak şeyler yapmamaktı. On yıllardır dünyanın bütün metropollerinde dolaşan meslektaşlarımı kollayan tanrıları utandıracak şeyler yapmamak.
Remzi Ünal ben… Kafası karışık, kafası net, ne istediğini bilen, ne istediğini bilmeyen Remzi Ünal. Yeniden işbaşındaydım. Yeniden birinin peşindeydim. Yeniden nefes alıp veriyordum.
Metro