Hafsa heyecan gösterdi:
“Sonra?”
“Sonra sultanım, küçük Moskof kızı geldi. Lakin ne geliş! Cenabın da görse dayanamazdı, celallenirdin.”
“Allah, Allah. Nasıl geldi bakayım o kız?”
“Salına salına!”
“Genç kız, güzel kız. Elbet salınır. Suç mu bu?”
“Yalnız salınmıyordu sultanım, dudağını da büküyordu. Haseki efendimizi mühimsemiyordu. Köleyiz, kuluz ama bizim bile o geliş gücümüze gitti. Yol var, erkân var. Bir halayık, şehzade anası hasekilerin yanına öyle çalımlı mı gelir!”
“Gevezeliği bırak da dövüşü anlat!”
“Evet sultanım. Hürrem, sanki haseki efendimizle eşitmiş gibi bir durumdaydı. Odaya girer girmez başköşeye gözünü dikti, el öpmedi, etek öpmedi, doğruca beğendiği yere gitti, oturdu, ayağını ayağının üstüne attı, ‘Mahidevran, beni istemişsin. Benden yolda eski, yaşça büyük olduğun için işte geldim. Nedir bakayım dileğin?’ dedi.”
“Sahih böyle mi dedi Sümbül?”
“Evet, sultanım. Böyle dedi, hepimizin ağzını bir karış açık bıraktırdı.”
“Mahidevran ne yaptı?”
“O da ilkin belinledi, bön bön bakındı, sonra gazaba geldi, köpürdü, ‘Bre kaltak, bu ne çalım? Sen kendini adam mı oldum sanıyorsun? Gözünü iyi aç terbiyeni takın. Senin şu halayıklarımdan farkın yoktur. Karşımda onlar gibi ayakta duracaksın!’ diye haykırdı.”
“Hürrem ne dedi ona?”
“Ne diyecekti sultanım. Elbette teşekkür etmeyecekti, karşılık verecekti. Nasıl ki verdi, hem de bol bol verdi. ‘Kaltak sensin!’ dedi. ‘Hoşt murdar!’ dedi. ‘Halt etmişsin kepaze!’ dedi, ağzına geleni söyledi.”
“Sonra?”
“Sonra sultanım. Haseki efendimiz deliye döndü, ‘Vay satılmış et, bana dil de uzatıyorsun ha!’ diye bir nara savurdu, Hürrem’in üzerine atıldı, yüzünü tırmaladı, saçlarını yolup kopardı, ellerini ısırdı, belini tekmeledi, iler tutar yerini bırakmadı.”
“Siz, put gibi duruyor muydunuz?”
“Hürrem, haseki efendimize el kaldırmadığı için bize karışmak düşmedi sultanım.”
“Haseki, dövülmedi, dövdü. Öyle mi?”
“Dövülmedi amma sövüldü sultanım.”
“Onun zararı yok. Eğer dayak yeseydi hâli yaman olurdu, aslanımın yanında değeri çok küçülürdü.”
Ve birden ciddileşti, kaşlarını çattı:
“Haydi git, geçmiş olsun dediğimi Mahidevran’a söyle. Yoldaşlarına da tembih et, gevezelik edip bu sırrı faş etmesinler. Gördüklerinizi, duyduklarınızı unutun.”
Sümbül çıktıktan sonra ellerini ovuşturdu, kendi kendine söylendi:
“Bu iş çok iyi oldu. Aslanım Mahidevran’a kızacak, yüzü gözü tırmık içinde kalan Hürrem’den soğuyacaktır. Bir yenisi daha gelinceye kadar at benim, meydan benim.”
Fakat oğlunun emirlerini de unutmadı, Hürrem’e verilecek elmasları hazırlattı ve onun hizmetinde bulunacak halayıkları, köleleri seçtirdi, beklemeye koyuldu. Hasekiyle Hürrem’in hünkâr tarafından sorguya çekilişlerini seyretmek için hazırlanıyor ve o muhakemenin heyecanını şimdiden hissediyordu.
Hünkâr, Hasodabaşı İbrahim’e kendi bahtiyarlığını kısa bir cümleyle müjdeledi:
“İyi bir gece geçirdim, sefer yorgunluğunu giderdim. Hayatın tatlı tarafı da varmış İbrahim.”
Ve şu cümlenin delalet ettiği kıvrak sahnelere geçit resmi yaptırmak ister gibi gözlerini kapadı, uzun bir tahayyül dakikası geçirdi. Sonra şen bir tebessümle başını doğrulttu:
“Şimdi.” dedi. “Sıra iş görmeye geldi. Ne var, ne yok bakalım!”
Zeki nedim, bir devlet adamı ciddiyetiyle anlatmaya koyuldu:
“İran elçisi Üsküdar’a geldi. Piri Paşa kulun telhis sunuyor, beş yüz atlıyla gelen elçinin hangi gün İstanbul’a geçmesine ferman buyuracağınızı soruyor.”
“Beş yüz atlıyla mı gelmiş elçi?”
“Evet padişahım!”
“Bir sulh mektubunu, bir dost selamını taşımak için bu kadar atlı fazladır. Lalama söyle, elçiyi yirmi atlıyla yarın İstanbul’a geçirsin, kalabalığın üst tarafı Üsküdar’da kalsın, başka ne var?”
“Şirvan Şahı’ndan name!”
“Cülusumuzu mu kutluyor? Biraz geç kaldı. Biz de cevabımızı geç verelim. Ödeşelim. Başka?”
“Moskova Knezi bir elçi yollamış, adı Jan Morosof. Vezir kulunla görüşmüş. Efendisinin efendimle ittifak etmek istediğini söylemiş.”
“İttifak mı? Neye iyi bu?”
“Kulun da anlamadım. Kazan’ı, Ejderhan’ı paylaşmak için olsa gerek.”
“Gülünç bir teklif, lalam herifi yürütsün ve zayıflara yardım seversem de onlarla ava çıkamayacağımı anlatsın. Şahinle serçenin uçuşu bir olmaz. Knez Vasili’ye bu nükte tatlılıkla anlatılmalıdır! Başka?”
“İkinci Vezir Ahmet kulun, ben kölene uzun bir mektup gönderdi.”
“Lalamı çekiştiriyor, değil mi?”
“Keramet buyurdunuz padişahım, öyle yapıyor.”
“Ne diyor?”
“Cennetmekân pederiniz Mısır’dan İstanbul’a sürgün ettiği adamlardan rüşvet aldı, kendilerini serbest bıraktı, diyor.”
“Bu eski hikâye. Ben tahta çıkınca bir iyilik yapmak istedim, o altı yüz Mısırlıyı yurtlarına yolladım. Lalama sormadım bile.”
“Ahmet Paşa, Rodos’a gidişi sadrazamın hoş görmediğini hatırlatıyor.”
“Bu da ‘malumu ilam’ değil mi ya? Adaya gitmezden önce lalamla konuşan benim. Herifceğiz, gizli kapaklı davranmadı ki. Ne düşünüyorsa yüzüme karşı açıkça söyledi. Fakat ben kendisini azarladım, seferi açtım. Allah göstermesin, ceddim Fatih devrinde olduğu gibi elimiz boş dönseydik ne olacaktı? Lalamı, iyi gördün diye asacak mıydık? Devlet işidir bu, herkesin düşüncesi bir olmaz. Hüner önümüze açılan sekiz on yoldan en temizini, en kısasını ve doğrusunu seçmektir. Bu da bize düşer. Ahmet zırvalıyor.”
“Ben kulun da öyle görüyorum. Fakat bana yazılanı efendimize arz etmek borcumdur. O sebeple Ahmet’in dediklerini birer birer dile alıyorum.”
“Başka ne diyor o?”
“Rodos’tan Anadolu’ya, Anadolu’dan Rodos’a geçirilecek halk işinde de para dönüyormuş, lalanız hayli çimleniyormuş!”
“İşte bu, yeni bir iftira, taze bir bühtan. Fakat sükûtla geçiştirilemez. Kazasker Fenarizade Muhittin’e haber yolla Ahmet’i görsün, dinlesin. Bir ipucu, bir tutamak bulursa maslahatı incelesin, sonunu bana bildirsin.”
Ve birden deli gibi gülmeye başladı, İbrahim mütehayyirdi, efendisinin savurduğu kahkahalar arasında belinlemişti.