Fettan Hürrem, padişahın “gayrimümkün”lerle meşgul olduğunu hemen sezdi, vaziyetini kuvvetlendirmek fırsatını kaçırmadı:
“Emir…” dedi. “Sizindir. İsterseniz beni döven eli, bana söven ağzı ben öpeyim efem!”
Süleyman, sitemli bir uysallık ifade eden bu cevabın tadını ve acısını bir anda sezdi, sert bir işaret yaparak geri çekildi, homurdandı.
“O kadarı fazla, Mahidevran dediğimi yapsın yeter.”
Ve hiddetinden, hırsından, cinnetinden bir zerre kaybetmemiş olan hasekiye döndü:
“Sağırlaştın mı kadın, ne söylediğimi duymuyor musun? Haydi koş, Hürrem’e sarıl, yüzünü gözünü öp, suçunu bağışlat!”
Hünkâr, büyük bir lütufta bulunduğunu ve ağır bir cezadan kurtulan hasekinin şu şahane yiğitliği takdir ederek hemen Hürrem’e atılacağını, sarılıp öpmeye koyulacağını umuyordu. Ondan sonra sıra tabiatıyla kendi ayağına kapanmaya ve kendi anasının eteğini öpmeye gelecekti. Fakat mücrim kadın, emir edilen ve yapılması beklenen şeyi yapmadı, deli deli hünkârın yüzüne baktı ve birden gülümsedi:
“Bir dakika izin.” dedi. “Emrinizi istediğinizden daha iyi yerine getireceğim.”
Ve salonda bulunanları hayretler içinde bırakarak kapıya doğru koştu, perdeyi koparır gibi açtı. Hâlinde ölüm aramaya giden bir hayat düşmanı hâli vardı. Nitekim Süleyman da, anası da öyle anlamışlardı, düşüncelerini şaşkın bakışlarla mübadele etmişlerdi. Fakat Hürrem, hiç de onlar gibi düşünmüyordu. Rakibinin yaman bir oyun oynayacağını kavrayarak için için kıvranıyordu.
Onlar, düşündüklerini açığa vurmadan ve hele Süleyman, şu vaziyette ne yapılmak lazım geleceğini kararlaştırmaya vakit bulmadan haseki geri geldi, odadan içeri girdi. Başı dikti, boynu gergindi, gözleri sertti, gerçekten haşmetli bir edayla yürüyordu, oğlunu da elinden tutarak birlikte yürütüyordu.
Hünkâr, biraz evvel kafasında beliren hayalin şimdi hakikate çevrildiğini görerek belinlemişti ve Mahidevran’ın, oğlunu şefaate getirdiğini sanarak üzüntüye kapılmıştı. Minimini şehzadenin: “Anamı hor görme, incitme.” diyerek ellerine yapışması hâlinde vaziyetin güçleşeceğini seziyordu, önüne bakıyordu. Valide Sultan da tıpkı hünkâr gibi düşünüyordu. Mahidevran’ın zilletten kurtulmak için oğlunu ortaya koyduğunu sanarak bu zekâ cilvesine parmak ısırıyordu. Fakat Hürrem, bambaşka bir mülahaza içindeydi. Hasekinin yeni bir rezalet çıkaracağını anlıyordu ve böyle bir durumda gafil yakalanmamak için idrakini uyanık tutmaya savaşıyordu.
Mahidevran ne yapacağını tamamıyla kararlaştırmış bir adam pervasızlığıyla yürüdü, doğru Hürrem’in önüne geldi ve oğluna onu göstererek şu sözleri söyledi:
“Oğlum eğil, şu kadının ayağını öp. Çünkü şevketli baban beni ona halayık verdi. Demek ki sen de onun kölesisin.”
Ve çocuk masum bir hayretle dört yanına bakınırken yüzünü padişaha çevirdi:
“Benim başımın eğildiği yerde oğlunuzun da başının eğilmiş olacağını düşünmediniz aslanım. Bunu bari gözünüzle görün de insaf edin.”
Bardak artık taşmıştı, hünkârın sabrı, tahammülü tükenmişti, birden kızıllaşan gözlerini aça aça küstah kadının üstüne yürüyordu. Hürrem işte bu anda inanılmayacak bir hamle yaptı, yere kapanarak küçük şehzadenin ayaklarını öpmeye koyuldu. Dudaklarını hem onun sırmalı çedikleri üzerinde gezdiriyor, hem söyleniyordu:
“Haşa şehzadem, haşa sultanım. Ben senin cariyenim. Canım da, kanım da yoluna feda.”
Mahidevran, davayı kaybettiğini anlayarak ağlamaya koyulmuştu. Hünkârı mahcup, Hürrem’i mağlup etmek için ortaya attığı kozun kendi aleyhine kullanıldığını görünce tabiatın her kadına verdiği keskin silaha, gözyaşına müracaat etmişti, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Süleyman şaşkındı. Hürrem’in takındığı jest, haykırdığı söz, adımlarını sendelettiği gibi hiddetini de hayrete çevirmişti. Mahidevran’ı öldüresiye dövmek için hazırlanan elleri, şimdi okşamaya hazırlanıyordu. Kızın gösterdiği zeki kıvraklıktan sonra o kadar memnun, o kadar hoşnuttu.
O, işte bu hissi hâlet içinde hırçın hasekiyi hırpalamaktan vazgeçti ve Hürrem’e “Berhudar ol yavrum.” diye iltifat ettikten sonra Mahidevran’ın omzuna elini koydu, istinaf ve temyiz kabul etmeyen kararını bildirdi:
“Ölüme bir değil, on kere layıksın. Şu küçük kızı hakkın ve haddin değilken dövdün, incittin. Sonra karşımda densizleştin, kepaze-leştin. Üstelik oğlumu yüz tutamağı yapmaya kalktın, çirkin bir duruma sürükledin. Bunların cezası ölümdür. Fakat eski hizmetlerini düşündüm, divaneliğine acıdım, kuşça canını bağışladım. Seni öldürmüyorum, hapse mahkûm ediyorum. Odadan sofaya dahi çıkmayacaksın, mezara atılmış bir ölü gibi yaşayacaksın. Yüzünü gören sesini duyan olmayacak. Bir gün yanılır da bana yüzünü gösterir yahut sesini işittirirsen babamın ruhuna yemin ediyorum merhamet etmem seni o anda çuvala koydururum, denize attırırım. Haydi yıkıl, mezarına gir!”
Mahidevran, kasırgaya tutulmuş bir fidan gibi hıçkırıklar içinde sallanıyordu. Hünkârın susup da sırtını çevirmesi üzerine çılgın bir sayha kopardı:
“Ya oğlum? Onu da görmeyecek miyim?”
Hünkâr, yüzü Hürrem’in yüzüne ve arkası mahkûma dönük olduğu hâlde cevap verdi:
“Halayıkların ancak efendileri olur, evlatları olmaz. Mustafa da benimdir, senin değildir!”
Haseki, bu zalim hükmün ağırlığına dayanamayarak bayıldı, yere yığıldı. Valide Sultan -kendine de hakiki mevkisini hatırlatan- son hükümden hicap ve ızdırap duydu, başını önüne eğdi. Hürrem, sevincini kalbinde saklayarak gülümseyen gözlerini kapadı. Yalnız Mustafa, o küçük çocuk, anasının yanına koştu ve baygın kadının yüzünü, gözünü öperek ağlamaya başladı. Hünkâr kollarını kavuşturmuştu, düşünen anasını, bereli yüzüyle ve darmadağın saçlarıyla perişan bir güzellik temsil eden gözdesini, hüngür hüngür ağlayan oğlunu süzüyordu.
Biraz sonra bu sahnenin başka bir sahneyle değiştirilmesi vaktinin geldiğini hatırladı, yerdeki halı veya kapıdaki perde gibi cansız bir şey sayılarak kendine hiç ilgi gösterilmeyen ve bir köşeye büzülüp duran halayığa emir verdi:
“Bir iki kız çağır, şu divaneyi sırtına yükle, odasına götür.”
Annesine döndü:
“Siz de Mustafa’yı avutun, uyutun!”
Hürrem, gözlerini kaldırmadan bu emirleri dinliyor ve yine kapalı gözlerle, çok geçmeden açılacak halvet âlemini temaşa ediyordu.
O velveleli gecenin sabahı fettan Hürrem için yeni bir saadet şafağı oldu. Hünkâr, yorulmak bilmeyen bir ihtimamla onun berelerini tımar etmiş, saçlarını tarayıp örmüş, elemini gidermiş neşesini tazelemiş ve “kadın efendi” olacağını da yeni baştan müjdelemişti. Sultan Süleyman, aşk yüzünden dayak yiyen, hırpalanan sevgilisinin gönlünü hoş etmek için bu müjdeyi verirken üzüntü içindeydi. Çünkü kaynana, kaynata, kayınbirader gibi akraba vücuda gelmemesi, saltanat hanedanına yakınlık iddia edecek kimseler peyda olmaması için Türk kızı almayı yasak eden saray kanunu, Osmanoğulları