Valide Sultan, henüz seferber kılığını terk etmeyen, zırhı içinde demirden bir heykel gibi görünen oğlunun karışık düşünceler geçirdiğini sezdiğinden şefkatli sesiyle bir muhasebe mevzusu açtı:
“Aslanım…” dedi. “Gazan mübarek olsun. Şanına şan kattın, fakat ben de burada az yorulmadım. Şu küçüğü adam etmek için çekmediğim zahmet kalmadı. Allah’a şükür, emeklerim boşa gitmedi, seni hoşnut olmuş gördüm.”
Ve “Öp, aslanımın ayaklarını!” emriyle Hürrem’i secdeye kapandırdıktan sonra oğlunun zelzeleler geçirdiğini sezmeksizin sözüne devam etti:
“Haspa çok akıllı şey. Mektuplarımda da yazıyordum ya. Bir sözü iki ettirmiyor, şıp diye belliyor. Türkçeyi benim kadar öğrendi. Okumada, yazmada ise beni fersah fersah geçti. Kaleminden kan damlıyor desem yalan değil. Neler yazmıyor, neler!”
Hünkâr, duyan fakat anlamayan bir kulakla anasını dinliyordu. Hürrem’in ayaklarını öpmesi üzerine soğukkanlılığını yeni baştan kaybetmişti, yine aç kurt ihtirasına kapılmıştı. Ayaklarına sürünen dudakların ateşi, ta başına yükselmiş gibiydi, beynini yakıyordu. Bu sebeple yalnız kalmak, ihtirasına biraz sükûn getirmek istedi.
“Tekrar teşekkür ederim valide…” dedi. “Gerçekten iyi bir iş işlemişsin, nurdan oya yapmışsın. İznin olursa onu bir sınayayım, neler öğrendiğini gözümle göreyim.”
Hafsa Sultan afallar gibi oldu, bön bön oğluna baktı. Seferden gelen oğlunun üstünü değiştirmeden, yüzünü yıkamadan, karnını doyurmadan Hürrem’le baş başa kalmak isteyişini garip bulmuştu. Gerçi padişahın bu küçük kıza pek değer verdiğini biliyordu. Ondan dolayı da kendisi gece gündüz demeden Hürrem’i terbiyeye çalışmıştı. Bütün bunlara rağmen oğlunun bu kadar sabırsız davranacağına ihtimal vermiyordu.
Kadıncağızın böyle bir ihtimale zihninde yer vermemekte hakkı vardı. Çünkü saray ananelerine göre padişahların yeni bir gözde seçmeleri hususi merasime bağlıydı. Onlar, o tâcidar hovardalar, kapı artlarında aşk yakalayan tesadüf avcısı çapkınlar gibi ulu orta hareket etmezler ve edemezlerdi. Her bayram gecesi kendilerine anaları tarafından birer halayık sunulmak âdeti o zaman henüz teessüs etmemişse de gözdeyi seçmek usulü çoktan kurulmuş bulunuyordu. Bu usule nazaran hünkâr, kalbi olmayan taze bir aşk yaratmak isteyince harem ağalarının reisine fikrini açar, o da bütün kızları hazırlayıp efendisinin yolu üstüne sıralar ve hünkâr, içlerinden kimi beğenirse onun omzuna mendilini atarak seçme rasimesini tamamlardı.
Süleyman, bu ananeye saygı göstermiyor ve anasının sadece terbiyesini tebarüz ettirmek düşüncesiyle odaya getirdiği bir kızı yanında alıkoymak istiyordu. Fakat ne denebilirdi? Hünkâr, ananeden de üstün bir kudretti. Bu sebeple Valide Sultan, hayretini çabuk giderdi, hatta gülümsemeye çalıştı.
“Allah…” dedi. “Safayı hatır versin. Umarım ki küçükten memnun kalacaksın!”
İşte o sırada Mahidevran harem ağalarıyla dil kavgası yapıyordu, içeriye girmek istiyordu. Hafsa Sultan, dışarıdaki gürültüyü -hassasiyeti bir nokta üstünde toplanmış ve Hürrem’den başka bir şey görmemek mevkisine düşmüş olan- oğlundan önce duydu ve hemen perdeye koştu, vaktinde yetişmiş ve halvetin zevkine balta asılmasına engel olmuştu.
O, hırçın hasekiyi oradan uzaklaştırmakla yine bir ananenin, bir kadınlık ananesinin hükmüne riayet göstermiş oluyordu. Çünkü kendisi Valide Sultan olmakla beraber nihayet bir kaynanaydı. Mahidevran, gözde ve haseki adını taşıyan bir gelindi ve anane, kaynananın her fırsatta gelini üzmesini emrediyordu.
Onlar, beri yanda ve bildiğimiz şekilde karşılaşırken Süleyman da, Hürrem’in karşısına geçmişti, derin bir istiğrak içinde onu temaşa ediyordu.
Gerçekten vecde düşmüş gibiydi, içinde yepyeni bir âlemin safha safha açıldığı ve bu âleme boyuna garip renkler, keskin ışıklar saçıldığını sanıyordu. Karşısında elpençe divan duran kız, bütün bu işleri hareketsizlik içinde yapıyor ve bu yeni âlemi örüyordu.
Süleyman, uzun ve pek uzun bir lahza bu durumda kaldı; yeriyle, göğüyle, yıldızlarıyla, güneşleriyle, çiçekleriyle, kuşlarıyla ruhunda tekevvün eden âlemin inkişafını safha safha seyretti ve sonra harikalar kuruntulamaktan yorulmuş, bunalmış bir hayal avaresi gibi silkindi, hakikatin kucağına atılarak dinlenmek istedi, Hürrem’in iki elini avuçlarına aldı:
“Kız…” dedi. “Sen yaman şeysin. Aslını bilmesem gökten indiğine inanırdım. Bu ne güzellik, ne güzellik!”
Şimdiye kadar hiçbir kadına şu şekilde iltifat etmemişti, “güzelsin” dememişti. Bütün temas ettiği kadınların gördükleri en yüce lütuf ve en yüksek muhabbet nişanesi, yanaklarının okşanmasından, saçlarının biraz karıştırılmasından ibaretti. Sürekli aşk dakikalarının yegâne cümlesini de “hazzettim” kelimeleri teşkil ederdi. Fakat o okşanışı gören, o basit kelimeleri duyan kadınlar, yanaklarını mehtaba değmiş, saçları yıldızlarla örülmüş ve meleklerle dudak dudağa gelmiş gibi ışıklı bir sersemliğe kapılırlardı, gülerek, ağlayarak şükranlarını terennüm ederlerdi.
Hürrem öyle yapmadı, yere kapanmadı, sevinç yaşları dökmedi, şükran kasideleri kekelemedi, sadece gülümsedi:
“İnsanın…” dedi. “Ayna gibi dostu var. Ben de kendi değerimi o dost ağzından her gün dinliyorum, dediğiniz kadar güzel olmadığımı duyuyorum efem.”
Hünkâr, eğilmek bilmeyen güzelliğe biraz hareket olsun vermek istedi. Hürrem’i göğsüne doğru çekti ve gözlerini onun gözlerine dikerek cevap verdi:
“Aynaya benim gözlerimle bakarsan ne kadar yanıldığını anlarsın.”
“Buna imkân var mı efem? Ben sizin gözlerinizi kullanabilir miyim?”
“Aşka düşersen kullanabilirsin!”
“Aşk nedir efem? Yeni işitiyorum bunu!”
Süleyman, ne taaccüp etti ne de hiddet. Kızın aşk cahili olmasını tabii buluyordu. Yeryüzünde herhangi bir kimsenin kendini sorguya çekmesini havsalasına sığdıramamakla beraber yapılan şu sorudan heyecanlı bir haz alıyordu. Ondan ötürü şevkle aşkı anlatmaya koyuldu:
“Aşk!” dedi. “Bir yüreğin başka bir yürekle kaynaşması demektir. Aşka düşüp de ikilikten çıkan yürekler şeker karıştırılmış süte yahut güzel kokulu güle benzerler. O sütte şeker, o güldeki koku neyse birleşen gönüllerde de aşk odur, iki ayrı şeyi bir yapan kuvvettir.”
Hürrem gülümseyerek dinliyordu. Hünkâr yaptığı tarifi eksik ve kendi düşüncelerini hakkıyla ifade etmek kabiliyetinden uzak bularak, kızın da gülümsemesinden ilham alarak sözüne devam etti:
“Yıldızlar…” dedi. “Niçin parlar, bilir misin? Güneşe âşık olduklarından. Ay niçin incelir, solar, erir: aşktan. Çünkü yıldızlar gibi o da güneşe gönül vermiştir. Rüzgârlar, aşkın çocuğu ve aşkın esiri olan tabiatın sesidir. Kuşlar, hep aşk cıvıldar. Bülbülün bildiği tek bir beste varsa aşktır. Aşk olmasaydı yer olmazdı, gök olmazdı, hayat olmazdı, anladın mı küçük?”
Hürrem ellerini hünkârın avuçlarından çekmeden, gözlerini onun gözlerinden ayırmadan bir kelime söyledi:
“Hayır!”
Süleyman,