Hasodabaşı, lütufla kahrın bir arada sunulmasından gelme neşeli bir ızdırapla kekeledi:
“O hâlde lalanız yerinde kalsın, Fenarizade de teftişe çıkmasın efendimiz.”
“Olmaz, İbrahim, olmaz. Ben sözümü tutacağım. Halkın dedikodusuna yer vermemek için de böyle teftişler yaptırmak, göz boyamak lazımdır. Yalnız aramızda riya istemem. İkimiz de lalamı niçin feda ettiğimizi biliyoruz. Bildiğimizi bilmez görünmek neye iyi?”
Ve adalete çok mail olan vicdanını susturmak için tefelsüf etti:
“Ahmet, lalamı düşürüp kendisi sadrazam olmak istiyor iftiralar düzüyor. Kötü maksatla yapılmak istenilen iyilikler bile kötüdür. Bu sebeple Ahmet gözümden düşmüştür. Mevkisinden de düşecektir. Lalama gelince: Ona acımıyor değilim lakin benim vezirim olarak kalmasına imkân yok. Yavuz’un beğendiği bir adamda Yavuz’u biraz olsun andıran huylar ve görünüşler bulunması tabiidir. Nitekim ben lalamda bu varlıkları seziyorum ve babamı görmüş gibi karşısında küçülüyorum. Onu azletmek isteyişimin hakiki sebebi işte bu küçülüşten kurtulmak kaygısıdır. Tahtın hakkı yalnız azamet, yalnız ceberuttur İbrahim, veyl bu hakkı bilerek bilmeyerek tanımayanlara!”
Nediminin bu felsefeyi tamamıyla kavramadığını zannederek izaha girişti:
“Lalamda babama benzer görünüşler bulduğumu söylerken şaşırdın, değil mi? Hâlbuki şaşılacak bir şey yoktur. Ben insanların ancak kendilerine benzeyenleri, benzer görünenleri ve hiç olmazsa benzeyecek olanları sevdiklerine, sevebileceklerine inanırım. Fikir uygunluğu denilen hâlet de bundan başka bir şey değildir. Eğer babam kendi düşüncelerinin, kendi duygularının birçoğunu Piri Paşa’da bulup sezmeseydi onu vezir edinmezdi ve hele kafasını koparmadan yıllarca yanında bulundurmazdı. Ben de senin şahsında bana biraz benzerlik bulmasam nedim olmak şerefini sana vermezdim, sadrazamlığı da omzuna yükletmeyi düşünmezdim.”
İltifat büyüktü, bunu İbrahim kadar Süleyman da kavradı ve tadile lüzum gördü:
“Senin bana benzerliğin yaş bakımındandır. İkimiz yaşıtız ve bu seni bana yaklaştırıyor: İhtiyarlığın lalamı benden uzaklaştırması gibi!”
Hasodabaşı kıymeti büyük mikyasta küçültülmüş olmakla beraber yine cihan değer bir mahiyette kalmış olan şu iltifattan dolayı şükranını sunmak istedi, efendisinin ayaklarına kapandı:
“Ben…” dedi. “Senin kölenim, azat kabul etmez kölenim. Emrinle, lütfunla yedi düvele birden hükümdar olsam eşiğinde hizmetkâr olmaktaki saadeti bulamam, yine kapından ayrılmam.”
Süleyman, gerçekten beğenip takdir ettiği kölesinin sözlerini bariz bir kayıtsızlıkla dinliyordu. Çünkü topuklarına kasideler işlenmesini ve eteğine neşideler asılmasını kanıksamıştı. Aynı zamanda zihnini Piri Paşa meselesi işgal ediyordu. Onu azletmekte kendince ıztırar vardı. Fakat adalet bakımından bu işi mazur gösterecek sebep yoktu. İleri sürmek istediği “ihtiyarlık” sudan bir bahane oluyordu. Çünkü zekâsı yerinde, sıhhati yerinde, çalışma kudreti yerinde olan bir adamı, hele bir veziri ihtiyarlık yüzünden atmak, yaş olgunluğunu ulu orta suç saymak akidesine yol açacaktı. Bu akidenin umumileşmesi hâlinde bir gün kendisini de tahttan atmak isteyenlerin çıkmayacağını kim temin edebilirdi?
Hünkâr, işte bu mülahazaları zihninden geçiriyor ve nediminin sözlerini duymuyordu. Neden sonra kendini topladı:
“Teşekküre lüzum yok.” dedi. “Kader böyle istiyor. Yeni idareye yeni adamlar gerek.”
Bunu söylerken Hürrem’i hatırlamaktan geri kalmadı ve tatlı bir heyecan geçirdi. O da şüphe yok ki, gönül bakımından bir yenilik teşkil ediyordu. Demek ki taht üzerinde vukuya gelen değişiklik teselsül edip gidiyordu ve bu kaderin cilvesinden başka bir şey değildi.
Süleyman, bu kuruntuyla vicdanında kımıldayan teessürü giderdi, kararını katileştirdi. Tahtta kendisi, kalbinde Hürrem, Kubbealtı’nda İbrahim, yeniliğin timsali olacaklardı ve bu suretle her şey yeni bir kuvvet, yeni bir kudret, yeni bir macera alacaktı. O, zihninde canlanan bu yenileşme sahnesinin mesut neticelere varacağına da kanaat getirdiğinden neşelenmişti, nedimine yeni baştan iltifat ediyordu.
“Bana sadakatle hizmet edeceğine, devletime yarar bir vezir olacağına kuşkum yoktur. İyi ve akil bir vezir, kuvvetli bir ayak demektir. Hükümdar o ayakla yorulmadan yürür, durmadan yol alır.”
Ve İbrahim’in yine bir şükran kasidesi okumasına meydan vermeden kapıyı gösterdi:
“Sen git, dediklerimi yap. Ben de biraz kitap okuyup eğleneyim. Akşama doğru yine gelirsin, sazını bile getirirsin.”
Biraz sonra eline bir mecmua almıştı, dalgın dalgın sayfaları çeviriyordu. Gözünün önünde hep Hürrem dolaştığı için kimi kırmızı, kimi siyah mürekkeple yazılmış, kimi de yaldızlanmış satırlar, hiçbir şey ifade etmeden silik bir akışla yapraklar arasından süzülüp geçiyorlardı. Fakat sık sık tekerrür eden bir kelime hünkârın dalgın bakışlarına bir uyanıklık getirdi ve gözü bir sayfa üzerinde dikili kaldı. Piri Paşa adının birkaç yerde yazılı bulunması bu uyanıklığı yapmıştı.
Süleyman, göz bebeklerinde alevlenip duran Hürrem’in hayaline bile tahakküm eden şu arsız kelimeyi ulu orta geçemedi ve mecmuaya ünlü vezirin olmak üzere kaydedilmiş olan şiirleri dikkatle okumaya koyuldu. Bunlar, âşıkane yazılmış gazeller olup şimdi padişahın hoşuna gidiyor ve her mısra, dudaklarında besteli bir ahenk alıyordu.
O güne kadar şairliğine hiç de değer vermediği sadrazamın yanık yazar bir ehlidil olduğunu anlamak Süleyman’ı âdeta sevindirdi, kıymetli birkaç elmas elde etmiş gibi hazla bu şiirleri tetkike koyuldu. Gazelin birisi şöyleydi:
Şebi zülfünde kalanlar zulûmat ile yürür
Erişen lebleri âbine hayat ile yürür
Zâhidi hasreti mey şöyle zayıf eyledi kim
Elde tesbihü asâsı salevat ile yürür
Remziya! Kaddine benzer nice serv ola ki ol
Salınır şiveler ile, harekât ile yürür 22
Süleyman bu gazeli birkaç kere okudu ve birkaç kere içini çekti:
“Herif…” dedi. “Âşık. Öyle olmasa böyle söylenmez, söylenemez.”
Yine Piri Paşa’nın olmak kaydıyla mecmuaya geçirilen şu beyti daha çok beğendi:
Ney yine feryada başlar her nefes
Var iken la’lin gibi feryâd-res!
Şimdi, azletmek istediği, ihtiyar vezir için yüreğinde bir acı duyuyordu, onu incitmemek ve yerinde bırakmak arzusuna kapılıyordu. Lakin mecmuayı kapayıp da düşünmeye dalınca o dilek söndü, eski azmi tazelendi ve dudaklarında bir felsefe belirdi:
“İhtiyar kadın dudağında tebessüm ne ise kocamış şair ağzında da şiir odur. Biri gözü, biri de kulağı incitir. Ben gencim ve yanımdakileri de genç isterim. Koca Piri’ye yakışan bir köşeye çekilmek, kendi kendini avutmaktır.”
Mufassal, hayli mufassal bir saz âleminden sonra hareme giren Süleyman, henüz gerdek görecek toy bir güvey gibi heyecan içindeydi. İbrahim’in yayı, o