Süleyman, yaradılışındaki tahakküm meyline ve aldığı terbiyeye göre davrandığı takdirde bütün güçlüklerin -hatta bir lahza içinde-sönüp gideceğini biliyordu. Aşk nedir diyen kıza bir yastık göstermek kâfiydi ve şimdiye kadar düzinelerle halayığa aşkın kuş tüyü yastıklar üstünde bir nakış olduğunu hissettirmekle iktifa etmişti. Fakat Hürrem’e karşı böyle davranmak istemiyordu. Onun konuşur gibi görünüp de safiyetle karışık masum bir tahakküm göstermesi, kendisini sorguya çekmesi hoşuna gidiyordu. Bu durumda, biraz küçülmek ve değişilmeden taşınılan bir elbisenin ağırlığından biraz kurtulmak zevki seziyordu. Henüz beşikteyken endamına çizilen yaldızlı irtifadan ve ruhuna geçirilen altın zırhtan bıkıp usandığı için Hürrem’in o irtifaı yontup kısaltan, o zırhı hırpalatan tahakkümünden bahtiyar oluyordu. Ona aşkı telkin etmeyi ise zaten emel edinmişti. Bu sebeplerle mesut bir özenişe kapıldı ve aşkı yeni baştan tarife girişti.
“Gündüz.” dedi. “Her yanda ne görürsün?”
“Aydınlık!”
“O aydınlığı avuçlayabilir misin, mendile koyup taşıyabilir misin, teraziye atıp tartabilir misin?”
“Hayır!”
“Aşk da böyledir çocuğum. Kuvvetli bir ışıktır hatta ışıktan da üstün bir şeydir, ateştir. Sezilir, görülür fakat tutulmaz, ölçülmez, tartılmaz.”
Hürrem, anlamıyor gibi görünmekte ısrar etti:
“Güzel buyuruyorsunuz ama efem, gündüzün aydınlığı güneşten geliyor. Aşk ışığı nereden çıkar, nasıl görülür!”
Süleyman, bu çocukça soru üzerine dayanamadı, Hürrem’i yakalayıp bir endam aynasının önüne götürdü:
“Bak!” dedi. “İyi bak. Ne var orada?”
“Cariyeniz Hürrem!”
“Yani bir güneş.”
Ve kızın cevap vermesine meydan bırakmadan başını bir kolunun üzerine yatırdı:
“İşte…” dedi. “Aşk, senin gibi güzellerden doğar, karanlık gönüllere gecesi olmayan bir gündüz işler.”
Birbirlerini göz bebeklerinde görecek kadar yakın bulunuyorlardı. Hünkâr, tantanalı kelimelerle anlatamadığı aşkı, hararetli buselerin belagatiyle ve kulaktan değil, dudaktan kalbe inen yolla Hürrem’e hissettirmek üzere bulunuyordu. Fakat kızın göz bebeklerinde beliren kendi çehresini görünce garip bir ürpertiye kapıldı ve kızı yarı yatar vaziyetten ayırarak geri çekildi. Başındaki tuğla ve üzerinde zırhla aşk yoluna girmekten utanmıştı!
Hürrem, dudaklarına kadar yaklaşan sarhoşlatıcı saadetin ansızın uzaklaşmasından şaşırmıştı, açık bir kızgınlıkla hünkârı süzüyordu. Onda henüz işgal edilmiş ve tadı alınmadan kaybedilmiş bir taht hasreti baş göstermiş gibiydi. Hünkârın göz bebeklerinde kendini seyrederek kürenin en muhteşem bir tahtına yükseldiğini tahayyül ediyordu. Şimdi o yükseklikten ayrıldığını görerek elemleniyordu. Fakat zekâsı hissine galip bir mahluk olduğu için kalbine çöken sızıyı sezdirmemeye muvaffak oldu, tabii bir duruma bürünerek sordu:
“Benim güneş olamadığımı siz de anladınız, değil mi efem?”
Hünkâr, çılgın bir tehalük içinde tolgasını attı, zırhını çözüp çıkarmaya koyuldu ve homurdandı:
“Güneşten de parlak olduğunu anladım ve yandım Hürrem!”
Biraz sonra Kızıl Rusya’dan gelen küçük halayık, Osmanlı İmparatoru Sultan Süleyman’ın göz bebeklerinde yıkılmaz bir taht kuruyor ve bu tahtın temellerini haşmetli hükümdarın kalbine atmış bulunuyordu. O, güzeller güzeli sayılan halayıkların yıllarca beklemek ve birçok üzüntüler çekmek şartıyla ancak erebildikleri bir saadeti yedi sekiz ay içinde ele geçirdiğinden dolayı değil, bu nimetin kolay kolay elden çıkmayacağına kanaat hasıl ettiği için gurur duyuyordu. Tabiatın numunelik yarattığı kadınlardan biri olmak kuvvetiyle hünkârın hissî vaziyetini çarçabuk kavramıştı ve onun aşkı tarif ederken olduğu gibi telkin ederken de samimi davrandığını anlamıştı. Şimdi bu vaziyetten istifade etmek ve bir kalp kazandığını kuruntulayarak zafer sersemliği geçiren padişahı o vehmin ve o sersemliğin hazzı içinde bunaltmak istiyordu.
Tabiatın olgun bir şakirdi olarak hayata gözlerini açmış olan bu çok hassas ve çok dessas kadın, hangi yolun başında bulunduğunu tamamıyla görüyordu. Bu yol, gelişigüzel gözdelik yolu değildi. Eğer kalbini dudaklarına alarak ve o kalbi buse yaparak kendine aşk ilan eden şu erkeği daimî bir heyecan içinde bırakabilirse yarı kürenin hâkimi olacaktı. Önünde işte bu muhteşem hâkimiyet yolu açılmıştı. Hüner, başka kadınların bir türlü aşamadıkları ve ilk merhalesinde sendeleyip kaldıkları bu yolu aşmaktaydı ve bunun için yapılacak şey, öbür kadınları sendeleten sebeplerden uzak kalmaktan ibaretti.
Kızıl Rusya’nın fettan çocuğu, Sultan Süleyman’la vukua gelen ilk mahrem temasının yorgunluğu arasında işte böyle düşündü ve bütün kadınları yorgunluğa düşürüp kendisi dinç kaldığı için gönülden gönüle dolaşmak kudretini muhafaza eden hünkârı o kudretten yaklaştırmayı planına temel yaptı, sunulan gıdayı azımsamış bir kedi sokulganlığıyla, zaferin humarını henüz gideremeyen erkeğe yanaştı:
“Aşk…” dedi. “Rüyaymış efem!”
“Neden?”
“Elde avuçta bir şey kalmıyor da ondan!”
“Yürekte de kalmıyor mu bir şey?”
“Orada tatlı bir sızı var efem.”
“İşte aşk budur Hürrem. Seven yürek daima sızlar. Fakat bu sızlayış, başka yanıklar gibi olmaz. Hoşa gider.”
“Sizin de yüreğiniz benimki gibi sızlıyor mu efem?”
Bunu söylerken Süleyman’ın ellerini yakalamıştı, sezdirmemeye çalışır gibi görünerek boyuna öpüyordu. Hünkâr, böyle sokulganlığı bütün hayatında ilk defa görüyordu. Hiçbir kadın kendisi tarafından işaret edilmedikçe yanına yaklaşmamış, hiçbir dudak böyle müsaadesiz teninde dolaşmamıştı. Hürrem, bu sınanmamış zevki ona tattırıyordu ve bir taraflı aşkların kıymetsizliğine şu hâliyle tatlı bir örnek vermiş oluyordu.
Hünkâr gerçekten sarhoşluyordu. Düşündüğü ve emel edindiği gibi Hürrem’e aşk aşılayıp aşılayamadığını henüz takdir edemiyordu. Daha doğrusu bu işin öyle bir hamlede başarılabileceğine inanamıyordu. Fakat müstesna bir zekâ, müstesna bir hassasiyet ve müstesna bir cilvekârlıkla karşılaştığına iman getirmişti. Düşüncelerini, duygularını, dileklerini hatta yanıp yakılışlarını, sarsılıp yıkılışlarını saklamayı zevk sayan ve aşk mihrabına hislerini kefenleyerek yaklaşan kadınlarla gözünü yüreklerde dolaştırmak, dudağını damarların ta içine sokmak isteyen Hürrem arasındaki engin fark içine hem haz, hem hayret yayıyordu, beynini hoş bir sarsıntıya düşürüyordu.
Berikiler, o Mahidevranlar ve benzerleri nihayet birer kalıptı. Hürrem, coşmaya ve taşmaya müsait bir kalpti. Onun bu hususiyeti Süleyman’ın yüreğindeki kıvılcımı birden yangına çevirdi, ruhundaki iştahı arttırdı ve o yangınla o iştaha bir sayha olup dudaklarında titredi:
“Yüreğimde