“Kim yaptı bu işi?”
“Mahidevran!”
“Ya sen, eli kolu bağlı kurban gibi durdun mu, ona haddini bildirmedin mi?”
Hürrem, güzelliğinin en şuh silahını kullandı, dudaklarını kendine gerçekten bir sihirbaz kudreti veren biçimde büktü:
“Ben bir halayığım, o bir haseki. Üstelik oğlunuzun anası, nasıl olur da ona dil uzatırım, el kaldırırım, kendimi tutmayıp da Mahidevran’a karşılık verseydim efendimi de gücendirmiş olmaz mıydım?”
Süleyman, hükmünü ihsas etmemek isteyen bir hâkim gibi davrandı, Hürrem’e cevap vermedi, sahneyi korkak bir hayretle temaşaya dalan halayığa döndü:
“Git.” dedi. “Mahidevran’ı çağır. Fakat yanımda kimler bulunduğunu zinhar söyleme.”
Şimdi yapacağı işi kararlaştırmak için kafasını yoruyor ve yorula yorula odada dolaşıyordu. Aşkını silleleyen, aşkını tırmalayan, aşkına gözyaşı döktüren Mahidevran’ı, işlediği suça uygun düşecek biçimde cezalandırmak istiyordu. Macerayı duyar duymaz hatırına ilk gelen yol, bu yolsuz kadını zenci kölelere dövdürtmek ve onun çıplak sırtına inecek kamçıların sesiyle Hürrem’e bir tarziye teranesi dinletmek olmuştu. Lakin yıllarca sevip okşadığı ve bu suretle kıymetlendirdiği bir vücudu kölelerin gözü önünde açmak içine bulantı getirdiğinden o şekli beğenmedi, başka bir ceza tarzı aramaya koyuldu. Hürrem’in acıklı hâli hele ağlayışı ve felaketini yana yakıla anlatışı, bütün benliğini ateşli bir kızgınlığa sürüklemiş olmakla beraber tertip edeceği cezanın, mahkûm kadına şerefsizlik getirmesini istemiyordu. Çünkü mücrim; oğlunun, yarın tahta çıkması çok muhtemel bir şehzadenin anasıydı. Onu şerefsizlendirmek oğlunu da kirletirdi. Bu sebeple muzdarip bir asabiyetle zihnini zorluyordu. Hürrem’le beraber kendi vicdanını da memnun edecek bir hâl sureti arıyordu.
Bir aralık gözünün önüne oğlu Mustafa geldi. Bu tecellide çocuk, anasına şefaat eder gibi yalvaran bir sima taşıyordu ve o hâliyle padişaha hiç tanımadığı, daha doğrusu tatmadığı bir duygu aşılıyordu: Evlat sevgisi! Birinci Murat’ın oğlu Savcı Bey’i öldürdüğü günden beri Osmanoğulları sarayında evlat muhabbeti, çekinilecek, ihtiraz olunacak bir afet gibi telakki olunuyordu. Kardeş katilliği kanun hâline konulduktan sonra evlat sevgisi dahi kayda, şarta bağlandı. Padişahlar, kardeşleri kadar evlatlarından da kuşkulanıyorlardı. Yavuz, babasına karşı silah çekmekle ve onu tahtından, hayatından mahrum etmekle bu kuşkunun boş olmadığını ispat ettiğinde Süleyman, evlat sevgisini hesaplı ve ihtiyatlı olarak yaşatmayı şiar edinmişti. Ölen çocuklarını yaşayanlardan daha çok severdi. Mustafa’yı ise kendi yerine geçmeye namzet olduğu için hiç sevmezdi.
Onun minimini şahsiyetinde Yavuz gibi davranması muhtemel bir ihtilalci evlat hüviyeti düşünmemek için çocuğu sık görmekten çekinirdi. Makul ve insaflı düşündüğü zamanlarda da Mustafa’nın varlığında kendi ölümünü ve saltanatın ona geçişini gördüğünden yine huylanırdı, babalık şefkatine kapılmaktan uzak kalırdı.
Fakat ömrünün en ızdıraplı ve belki en heyecanlı dakikasını yaşarken gözlerinin önüne dikilen çocuk hayali, kendine çok sevimli geldi, saltanat hırsıyla uyutulan babalık şefkati ayaklandı ve içine bir rikkat yayıldı. Şimdi Mahidevran’ı oğluna bağışlamak istiyordu.
İşte bu sırada mücrim haseki odaya girdi. Hürrem’in darmadağın bir kılıkla ve ağlayan bir yüzle ayaküstü durduğunu, padişahın somurtarak dolaştığını, Valide Sultan’ın sinsi sinsi gülümsediğini gördü, hırsından kıpkırmızı kesildi, kısa bir eğilişten sonra soru beklemeden gürledi:
“Bu şıllık, bu şırfıntı, bu süprüntü beni efendime mi çekiştirdi? Eğer bunu da yaptıysa gerçekten yüzsüzmüş, hayâsızmış, yırtıkmış, kepazeymiş.”
Hünkâr hızlı hızlı yürüdü, gözü kararmış, ağzı köpürmüş olan kıskanç hasekinin bir kolunu yakaladı, kıracak kadar şiddetle sarstı.
“Kendini…” dedi. “Külhanda mı sanıyorsun kadın? Ağzını topla, edebini takın. Yoksa denizi boylarsın.”
Ölüm tehdidi değil hünkârın Hürrem’e hak verdiğini hissettirmesi Mahidevran için ruha inen bir kamçı tesiri yaptı ve rakibine karşı yenilirken azametli görünmek istedi:
“Beni…” dedi. “Denize atabilirsin. Fakat şu Urus kızı yine şırfıntı kalır, pis kalır. Beni boğacak olan deniz onun kirini yıkamış olmaz ki.”
Süleyman’ın kuvvetli eli yıkıcı bir sille olmak için kalkmak üzereydi lakin Valide Sultan araya girdi, yalvardı:
“Aslanım, bu bir deli. Hem de zırdeli. Minbere tüküren, güneşe balçık atan divanelere benziyor, ne yaptığını bilmiyor. Kendini üzme, bırak yakasını gitsin, köşesinde çırpınsın.”
Hünkâr sevgilisinin yüzünde sıralanan berelerin iki mislini Mahidevran’ın çehresinde yaratmak, onun siyah ipekten örülmüş taca benzeyen saçlarını tel tel yolmak emelinden nefsini zorlayarak vazgeçti ve biraz geri çekilerek anasına sordu:
“Ya Hürrem’e yaptığı iş bu habisin yanına mı kalsın?”
Valide Sultan, vaziyeti koruyacak birkaç tatlı söz bulmaya çalışırken kolunu cendereden kurtarmış olan çılgın haseki yine şirretliği ele aldı:
“Yaptığım azdır, çok azdır, onu ben çiğ çiğ yemeliyim, murdar vücudunu ortadan kaldırmalıyım. Fakat ben, bu can tende oldukça hıncımı unutmam, efendime göz koymanın, yerimi kapmaya çalışmanın ne demek olduğunu kendisine öğretirim.”
Sultan Süleyman, serçe yerine koyduğu ve her bakımdan o kadar cılız bulduğu eski gözdesinin kartallaştığını görünce, yalınkılıç sipahilerini saldırtmak istediği bir palankanın ansızın geniş hendek-li, yüksek burçlu, kalın duvarlı bir kaleye istihale ettiğini görmüş gibi şaşırmıştı ve o müthiş hiddetinden sıyrılıvererek hayran hayran Mahidevran’ı süzüyordu. Kadının dövülmekten ve hatta öldürülmekten perva etmeyişi hoşuna gidiyordu. Hele o anda, o tehlike anında aşkını ileri sürmesi ve yaptığı işin “yerini korumak” kaygısından ileri geldiğini söylemesi, yüreğine yumuşaklık getirmişti. Hürrem’in öcünü almak kaygısından kurtulamamakla beraber şu kadını da biraz mazur ve biraz mağdur görüyordu.
Evet, bir lahzada düşüncesi yeni bir mecra almıştı. Ortada sürünen suç, onu işleyenden ziyade kendisinin eseri gibiydi. Çünkü mücrimi tahrik eden kendiydi. Hürrem’i sevmese ve Mahidevran’ı aşk dulu, aşk yetimi hâline koymasa bu hadise vuku bulmayacaktı. Tatsızlık, kıskançlık ve rezalet evvelce Mahidevran’a verilmiş olan bir kalbin şimdi ondan alınıp başkasına verilmesinden ileri geliyordu. Gerçi kendisi, hiçbir zaman hasekiye aşktan bahsetmemişti. Lakin bu bahsolunmayan şeyi, canlı bir hakikat olarak ona hissettirmişti, tanıtmıştı, Şehzade Mustafa da bu söylenmeden verilmiş aşkın gezip dolaşan şahidi demekti.
Sultan Süleyman, bu insaflı düşüncelerle vicdanını ve irfanını hissine hâkim etmek yoluna girerken, garip bir zihin akışıyla Rodos’ta kendini aşka feda eden Rum kızını hatırladı. Sevgilisine toprak altında kavuşmak için iki kere evlat katili olmaktan çekinmeyen o kadınla Mahidevran arasında enikonu benzerlik bulunuyordu, o nasıl çocuklarını eliyle öldürmüş