Berikiler, aşılmaz birer siyah uçurum gibi görünmekte ısrar ettiler ve yalvardılar:
“Titizlenmeyin sultanım, soğukkanlı olun. İçeride valide hazretleri var. Ferman dinlemeyip halveti bozarsanız gül hatırınıza toz kondurmuş, bizim de ocağımızı söndürmüş olursunuz.”
O da ayak diredi:
“Şehzadem babasını görmesin, mübarek elini öpmesin mi? Valide hazretleri kendi aslanını koklayıp okşarken benim aslanım baba hasreti mi çeksin?”
Münakaşa uzayıp gitmek istidadını gösteriyordu, harem ağaları da müşkül bir mevkiye düşmek üzere bulunuyorlardı. Hünkârın halvete çekildiğini söyleyen Valide Sultan’dı. Onun emrini çiğnemek ve çiğnetmek ellerinden gelemezdi. İçeri girmek isteyen de padişahın o güne kadar göz bebeği sayılan nazlı gözdesi olup yanında şehzadesi bulunuyordu. Bu zorlu ziyaretçileri zorla geri çevirmek de çok tehlikeliydi. Ağalar, her iki tarafı bir anda korumak ve kollamak imkânını bulamadıklarından yalvarmaya germi vermişlerdi, Mahidevran’ın eteğini bırakıp elini, elini bırakıp ayağını öpüyorlardı.
Fakat onun gözleri enikonu kararmıştı, halvet denilen âlemin esrarını yırtmak ve çiğnenmiş gördüğü haklarını elde etmek kayırışıyla ter ter tepiniyordu. Nihayet harem ağalarını mağlup etmek yolunu hatırladı ve Şehzade Mustafa’ya kalın perdeyle örtülü yaldızlı kapıyı gösterdi:
“Gir yavrum…” ded. “İçeri gir, baban orada; koş, ayağına kapan, elini öp!”
Çocuk bu sözlere uyacak, iki seddi aşacak ve anasının işaret ettiği hedefe ulaşacaktı. Yarının efendisine bu zavallı köleler engellik edemezlerdi. Kendisini yolundan çeviremezlerdi. O, hünkârın mukaddes varlığından bir parçaydı, dil ve el uzatılmaktan münezzehti.
Harem ağaları, bu sebeple ince boyunlarını bükmüşler, küçük şehzadeye yol vermeye hazırlanmışlardı. Mahidevran da, her engeli devirmek kudretini taşıyan oğlunun izine basa basa halvet âleminin bağrına sokulmak için sabırsızlanıyordu. Orada nasıl karşılanacağını ve nelerle karşılaşacağını bilmemekle beraber her şeyi göze almıştı, efendisi tarafından tek bir bakışla olsun okşanmamak felaketini tamir uğrunda bütün ömrünü yıktırmaya rıza gösteriyordu.
Fakat oğluna karşı açılacağına emniyet beslediği halvet kapısı, onu ve kendisini içeri almak için değil, belki büsbütün kapanmak için açıldı ve beslenen ümitler, eşik önünde eriyip gitti; Valide Sultan önlerine dikilmişti.
Mahidevran, böyle bir tecelliyi hatırına getirmediği için şaşırmış, küçük şehzade ise büyükannesini görünce geri çekilmişti. Harem ağaları memnun bir eğilişle iki büklüm olmuşlardı, kendilerini muhataradan kurtaran meleği selamlıyorlardı.
Hafsa Sultan ilkin torununun yüzünü okşadı:
“Burada…” dedi. “İşin ne yavrum? Çağırılmadığın yere gelmek sana yakışır mı? Bir daha böyle yapma.”
Ve sonra Mahidevran’a gözlerini dikti:
“Aslanımı rahatsız etmeye mi geldin? Ne cüret, ne cüret?”
Kadının bir şeyler söylemeye yeltendiğini görünce yürüdü, torununu da elinden tutup yürüttü:
“Düş ardıma…” dedi. “Daireme gel. Orada konuşalım. Aslanım sesinizi duyarsa hâlin müşkül olur.”
Mahidevran, bir şehzade doğurmuş bulunmakla beraber “emir kulu” olmak mevkisinden bir parmak bile yükselemediğini anladı, dilediği vakit sormadan, rızasını bile tahsile lüzum görmeden yanına gelen, gelebilen ve bütün benliğini -istediği şekilde- tasarruf eden, edebilen erkekle kendi arasında uzun mesafeler bulunduğunu gördü, gözdeliğin, şehzade analığının şu perdeyi kaldırmak, şu eşiği aşmak hakkını da kendine vermediğini idrak etti, hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. “Her şey” sanılıp da “bir hiç” olmak kalbini, canını, ruhunu yakıyordu. Fakat vaziyeti olduğu gibi kabul etmek zaruretini de seziyordu. Ondan ötürü hıçkırıklarını savura savura Valide Sultan’ın ardına takıldı ve onun dairesine girer girmez yerlere kapanarak yalvardı:
“Haydi o padişahtır, bir kadına değer vermez, acımaz diyelim. Sen ki kadınsın, anasın. Ne çektiğimi anlamaz mısın, bana acımaz mısın? Suçum ne? Kocadım mı, çirkinleştim mi, onu oyalayamaz mıyım?”
Hafsa Sultan, bir mindere bağdaş kurup oturdu, torununu da yanına oturttu.
“Deli kız…” dedi. “Saçmalıyorsun. Sana kocamış, çirkinleşmiş diyen yok. Gençsin, dinçsin, nur gibi kadın, kadıncıksın. Fakat düşüncesizsin. Padişahların bir gülle yaz geçirmeyeceklerini bilmiyorsun. Bırak aslanımı kendi hâline. Varsın, dilediği çiçeği koklasın. Burnu o çiçeğe yapışıp kalacak değil ya. Yarın canı çekerse seni de koklar!”
Mahidevran, kapandığı yerden başını kaldırdı, yaş dolu gözlerini kolunun yeniyle sildi.
“Ya!” dedi. “Arada güller, sümbüller de var ha, demek ki ben suyu sıkılmış limon gibi atılıyorum, şuna buna feda ediliyorum. Bunu şevketli hünkârdan ummazdım, beklemezdim.”
Ve deli gibi sıçradı, ayağa kalktı, oğlunun kollarına yapışıp yanına çekti:
“Aslanınıza…” dedi. “Fare kılıklı Hürrem’i peşkeş çektiniz, değil mi? Tanrı sizi amelinize göre sevindirsin, fakat ben yapacağımı bilirim.”
Salondan, oğluyla beraber uzaklaşırken Valide Sultan sordu:
“Yapacağını da söyler misin hanım sultan?”
O, başını çevirmeden cevap verdi:
“Bana yakışanı!”
Sultan Süleyman, kendini harem dairesinin ilk eşiğinde karşılamaya koşan anasının yanında Hürrem’i görünce tepeden tırnağa kadar titremiş, sendelemiş ve sonra kıpkırmızı kesilmiş olmakla beraber dişili erkekli beş altı yüz kişilik bir cemaat önünde vakarına aykırı düşecek bir iş yapmaktan korunabilmişti. O kalabalık olmasa anasını belki mühimsemeyecek, Hürrem’i çılgın bir tehalükle kucaklayıverecekti, çünkü kızı, kalbinde yaşattığı hayalden daha hoş ve cazibeli bulmuştu. İyi bakım, iyi giyim ve kuşam, Kızıl Rusya dağlarından koparılıp İstanbul Sarayı’na getirilen bu canlı goncaya bambaşka bir inkişaf, bambaşka bir olgunluk vermişe benziyordu. Saçların rengi, eskisine nazaran, iki kat parlak görünüyordu. Endam, bir bakışta sezilecek kadar tenasüp farkı taşıyordu. Evvelce yere eğili ve hırçın duran gözler şimdi munis ve mütebessimdi. Yalnız burun, yine eskisi gibi şahlanmış bir ihtiras işareti hâlindeydi, kalkıktı ve üzerinde bulunduğu çehreye çevrilen gözlerin hayretini uzaktan karşılıyordu.
Süleyman, goncalık taravetini ve letafetini muhafaza etmekle beraber olgun bir gül cazibesi de hissettiren Hürrem’in güzellik bakımından elde ettiği terakkiyi baş döndürücü bir hayretle ve iliğine kadar işleyen bir hayranlıkla anladıktan sonra kıpkırmızı kesilen yüzünü anasının avuçlarına kapadı, kekeledi:
“Çok teşekkür ederim valide. Elması iyi işlemişsin, pırıl pırıl etmişsin. Üçümüz bile gidelim, halvette konuşalım.”
Onun yol boyuna dizilen renk renk başlara ve onların serdarı gibi bir durum alan Mahidevran’a iltifat etmemesi, oğlunu da öpüp okşamak şöyle dursun, hatta görmemesi işte bu sebeptendi. Hürrem’i serpilip açılmış ve gerçekten ilahileşmiş bulmasındandı. Kızın ayak sesini duydukça heyecana kapıldığı ve yirmi adım ötede bekleyen halvet âlemini düşündükçe de heyecana düştüğü