Biraz sonra o, kendi odasına çekilmişti. Hünkâr da anasının yanına giderek şu tebliğlerde bulunuyordu:
“Hürrem’e bir gerdanlık, bir çift bilezik, üç yüzük vereceksiniz. Bunlar, hazinemizin en parlak elmaslarından seçilecektir. Onun hizmetine altı halayık, altı köle ayıracaksınız, sizden sonra sarayda söz Hürrem’indir. Bir dediği iki olmayacak, ne dilerse yapılacak!”
Hafsa Sultan, sabaha kadar uyku yüzü görmeyen gözlerini süze süze sordu:
“Hürrem keşiğe de girecek mi?”
“Hayır valide, girmeyecek. Çünkü gözdelerin nöbetini kaldırdım. Gece hizmetimi yalnız Hürrem görecek. Öbürleri dinlensinler artık.”
“Ya Mahidevran?”
“Şimdilik o da oğluyla oyalansın!”
Hafsa gülümsedi:
“Küçüğü çok beğenmişe benziyorsun. Onun gözünü açan, ağzına dil koyan ben olduğum için kendisinden hazzetmen hoşuma gider elbet. Hatta bir densizlik eder de canını sıkar, emeklerim boşa gider diye bu gece gözüme uyku girmedi. Fakat sen padişahsın, o ‘kul cinsi’! Bu ayrı gayrılığı unutma, ölçülü davran. Çok sevsen bile az sever görün. Böyle yaparsan ona da iyilik etmiş olursun. Çünkü bugün taç, yarın pabuç olmak bir kadını öldürür aslanım.”
Hünkâr, anasının karışık düşüncelere ve duygulara tercüman olan şu öğüdünü geniş bir tebessümle karşıladı:
“Valide…” dedi. “Sen Havva Ana’mızın hikâyesini bilirsin. O, şeytan şerrine uğradı, Âdem Baba’mızı cennetten çıkardı. Bizim Hürrem, Havva kadar güzel ama yaptığı iş başka. Çünkü beni cehennem sıkıntısı vermeye başlayan hasekilerden kurtarıyor, yeni bir cennete sokuyor. Dünden beri cennetteyim, beni oraya ulaştıran da Hürrem’dir. Böyle bir kılavuza eskimiş cananlar değil, can feda, cihan feda!”
Hafsa Sultan, kendi eliyle yetiştirdiği, dillenip güzelleşmesi için emekler sarf ettiği kızın bu kadar sevilmesinden -yine kendi nüfuzu için- tehlike sezinsedi ve şaka yapar gibi görünerek endişesini açığa vurdu:
“Aman aslanım bu ne ateşleniş böyle. Sözlerini dinlerken içime korku çöküyor. Seni cennete sokan melek, bir gün beni senden ayrı düşürmek isterse hâlim nice olur?”
Hünkâr sürekli bir kahkaha savurdu, anasının omuzlarını okşadı:
“Melekler arasında gelinlik, kaynanalık yoktur valide. İkiniz kolay uyuşursunuz.”
Yirmi yedi yıl süren hasekilik hayatında eşi ve efendisi olan Yavuz Sultan Selim’in yüzünü belki yirmi yedi kere görmemiş ve hele oğlunun Hürrem’e gösterdiği alakanın binde birini o sert adamın ağzında bulmamış olan mütekait güzel Hafsa, hayran hayran bakınırken genç hükümdar yürüdü, salondan çıktı. Hasodabaşı İbrahim’i bulmaya ve saadetini ona da hikâye etmeye gidiyordu.
Şimdi Valide Sultan, emeklerinin mükâfatını Hürrem’in dudaklarından almak, onu geçirmekte olduğu rüyadan ayırarak ayaklarına kapandırmak istiyordu. Kendince bu, gerekli bir işti. O, Osmanlı Sarayı’nda esir bir kadına müyesser olabilecek saadetlerin en büyüğüne kavuşan Hürrem’e, bu saadeti kendisinin ihsan etmiş olduğunu ihsas etmek ve aynı zamanda gözde olmakla Valide Sultan’a halayıklık etmekten kurtulamayacağını anlatmak kaygısını güdüyordu. Kızın gerdekten çıkar çıkmaz kendi yanına gelmemesine, etek öpüp şükranını sunmamasına zaten mim koymuştu. Bu kayıtsızlığı biraz acı biçimde tamir ettirecek ve sonra oğlunun yeni gözdeye verilmesini emrettiği elmasları, halayıkları, köleleri kendisinin bahşişleri olarak ona sunacaktı.
Bu düşünceyle odasına bir kız yollayıp Hürrem’i çağırttı. Fakat Kızıl Rusyalı halayığın daha evvel vuku bulan davet üzerine Mahidevran’ın dairesine gittiğini haber alarak şaşırdı. Haseki, bu yeni rakibesini niçin çağırtmıştı ve onunla neler konuşmak istiyordu?
Valide Sultan derin bir merakla bu noktayı tahmin etmeye savaşırken ve Hürrem’i Mahidevran’ın odasından getirmenin uygun olup olmadığını kestirmeye çalışırken başka bir kız koşarak geldi:
“Efem.” dedi. “Hasekinin odasında kan gövdeyi götürüyor. Hürrem’le o, saç saça, baş başa geldiler, dalaşıyorlar. Sultanım lütfedip görünmezse birinden biri ölecektir. Şimdiden ortada kan var!”
Hafsa, ilkin şaşırdı, sonra kendini topladı, “İt dişi, domuz derisi.” diye yavaşça mırıldandı ve şu emri verdi:
“Sen koğuşa git, beni görmemiş ol, böyle kepazeliklerin duyulması, yapılmasından daha kötüdür.”
Ve kız çıkarken sert bir sesle ilave etti:
“Onların dalaştığını benim duymuş olduğumu duyarsam dilini söktürür, köpeklere yediririm.”
Yalnız kalınca uzun uzun gülümsedi, hasekiyle Hürrem’in paylaşamadıkları erkeğin bu dalaşmalardan iğrenerek yüreğini ana kucağında barındırmak isteyeceğini düşünüyor ve seviniyordu. Fakat kaynanalık duygularının yanında kadınlık hisleri de kımıldanıp durduğundan kavganın nasıl başlayıp nasıl bir netice aldığını öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Bununla beraber dişini sıktı ve dövüşün bitmiş olacağını hesapladıktan sonra bir halayık çağırdı:
“Git.” dedi. “Hürrem’e söyle yanıma gelsin!”
Haberci üç beş dakika sonra geri geldi, küçük gözdenin odasına kapandığını, kapıyı açmadığını söyledi. Hafsa Sultan hayret hiddet göstermeden kızı Mahidevran’ın dairesine yolladı, onu istetti lakin davete haseki de icabet etmedi, hasta olduğu cevabını gönderdi.
Valide Sultan bu durumda gururunu değil merakını tatmin etmeyi tercih etti, her iki kızın hadlerini bildirmeyi oğluyla yapacağı görüşmeye bırakarak hadisenin iç yüzünü öğrenmek çarelerini aradı ve Mahidevran’ın ağalarından Sümbül’ü çağırttı. Bu orta boylu, açık kaşlı, boğazı ve ellerinin üstü damgalı bir zenciydi. Validenin emrini alır almaz, siyahlığı beyaza çevirmiş gibi görünen bir yüzle koşarak geldi, etek öpüp divan durdu. Gözleri nemliydi, dudakları titriyordu. Hafsa Sultan, ilkin onun bu hâline ilgi gösterir gibi davrandı:
“Ne o Sümbül…” dedi. “Dayak mı yedin? Rengin bozuk, gözün yaşlı. Kim dövdü seni?”
Köle, hıçkıra hıçkıra cevap verdi:
“Keşke dövülseydim, keşke öldürülseydim de bu günü görmeseydim sultanım.”
“Beni de meraklandırdın herif, ne oldu, çabuk söyle!”
“Hürrem densizlik etti, haseki efendimizi kızdırdı.”
“Tasalandığın şeye bak. Aslanımın iki kedisi hırlaşmışsa kıyamet mi kopar? Varsınlar, dalaşsınlar. Yarın yine yalaşırlar, bir yalaktan su içerler.”
“Öyle deme sultanım. Kavga yaman oldu. İkisi boğaz boğaza geldi. Bir daha barışmazlar.”
“Vallahi tuhafıma gitti. Nasıl dalaştılar bu kızlar? Eksiksiz gediksiz anlat bana!”
Sümbül, pek mühim gördüğü vakayı, bir kitaptan okur gibi itinayla hikâyeye girişti:
“Bu sabah…” dedi. “Erkenden haseki efendimiz beni, Reyhan’ı, İsmail’i, Mercan’ı, Bosnalı Hüseyin’i, Frenk Rıdvan’ı huzuruna çağırttı. Gittik. Yanında Ehlidil, Çilsenem, Macar Ferahşad, Moskof Abide, Boşnak Pervane, Çerkez Emine, Abaza Hümayun, Bodur Zeynep, Kızıl Şakire,