Fakat heyecanı daima feveran hâlindeydi, dudaklarını ve düşündüklerini bir türlü kâğıda geçiremiyordu. Bu sebeple Rodos’un alındığını, Cem Sultanzadenin -yetişkin oğluyla birlikte- giderildiğini anasına müjdelerken Hürrem’e okunmak için yepyeni bir şiir yazamamış, eski şairlerden birinin şu gazelini mektubuna ilave etmişti:
Sernamei muhabbeti cânâne yazmışam
Hasret risalesin varakı câne yazmışam
Nâlişlerini derd ile biçâre bülbülün
Bâdisabâ elile gülistâne yazmışam
Zülfün hikâyetini gönülde misal edip
Gam kıssasını levhi perişâne yazmışam
Resmetmişem gözümde hayalini güyâ
Nakşi nigârı sağari mercane yazmışam 19
Lakin kanmıyor, kanamıyordu. Gözünü kapayarak Hürrem’i, kendinden gelen mektupları dinler vaziyette tahayyül ederken onun bu şiirdeki tahassür ateşini azımsadığını, dudağını büküp durduğunu görür gibi oluyor ve bu vehmi müşahededen üzülerek hemen beraberinde taşıdığı divanları karıştırmaya, aşkını ve hicranını daha canlı surette hissettirecek şiirler aramaya koyuluyordu.
Rodos’tan sonra gemilere bindirilerek yollanan müfrezelerin Leryos, İstanköy, Gelmez, İncirli, İleki, Sombeki adalarını işgal etmeleri üzerine anasına yazdığı başka bir mektuba da, işte o arayışlar arasında beğenip seçtiği şu manzumeyi koydu:
Kıldım belâyı aşk ile ben mübtelâ sefer
Meşhurdur ki âşıka ya sabr, ya sefer!
Hayretteyim ki böyle havadar iken sana
Çün erdi kûyine niçin ede saba sefer?
Gitmez kapından ol ki görüp zülfü haddini
Akereb de olsa mâh değildir reva sefer!
Katî alâyık eyleyip bizler gibi kalır
Sevdayi zülfuyâr ile müsgi hatâ sefer!
Bunda, bu şiirde kendi dileğine uygun bir vuzuh görüyordu ve Hürrem’in maksadı sezip mütehassis olacağını umuyordu. Fakat bir yandan da sabırsızlanıyordu. Harp bitmiş, zafer kazanılmış olduğu hâlde henüz Rodos’tan ayrılmamak sinirine dokunuyordu. Gözü ve yüreği İstanbul’da, ayağı Rodos’ta olarak yaşamak neşesini kaçırıyor ve yapılması gerekli işlerin hızla görülmesi için sadrazamı boyuna sıkıştırıyordu.
Nihayet bu işler bitti, fetholunan yerlere muhafızlar konuldu, bayındırlık maslahatıyla uğraşacak memurlar seçildi, Kırım Hanı’na, Mekke Şerifi’ne, Venedik Doçi’ne zafernameler yollandı ve adadan ayrılmak zamanı geldi. Bu, bayram sevinci veren bir hadise olmakla beraber hükümdara ihmali kabil olmayan vazifeler de tahmil ediyordu. Adadan çıkmadan önce orada kalan şehitlere veda etmek lazımdı. Süleyman, bu büyük vazifeyi çok tantanalı bir rasimeyle yaptı. Zaferin bütün şerefi kendine ait olan ölülerin işgal ettiği sahaya, orduyu beraber alarak gitti, Hürrem’i kendisine bir kere daha unutturan uzun bir heyecan saati geçirdi. Sonra Cem Sultanzadeyle oğlunun mezarlarını ziyaret etti, bol bol gözyaşı döktü, avuç avuç para dağıttı ve ayağa kalkıp da ıslak mendilini koynuna koyar koymaz Marmaris’e hareket emrini verdi.
O, orduya karşı büyük bir cemile göstermek istiyordu. Bu maksatla Şehit Kara Mahmut Reis’in kadırgasına bineceğini vezirlere söyledi. Rodos’un alınması için çalışanların başında bu yiğit denizci vardı. O, tam iki yıl, dalgalar arasında mekik dokumuş ve bu adaya gidip gelerek müstakbel harbin planlarını hazırladığı gibi kanını da bu ülkü uğrunda dökmüş, düşmanla çarpışa çarpışa şehit düşmüştü. Süleyman, bu bahadır Türk’ün hatırasına hürmet göstermekle orduyu hoşnut edeceğini düşündüğünden mübarek bir yetim gibi limanda boynunu büküp duran kadırgayı hazırlattı, donattı ve onunla adadan ayrıldı.
İçinde şimdi uçmak ve orduyu da beraber uçurmak ihtiyacı tutuşmuştu. Bu ihtiyacın zoruyla menzil cetveli üzerinde boyuna düzeltmeler yapıyor ve merhalelerin çoğunu hazfederek avdet yolunu -imkân müsait olamayacağı şekilde- kısaltmaya çalışıyordu. Ordu da, kazanılan büyük zaferin şerefine, ona uysallık gösteriyor ve yorucu bir yürüyüşü kabul etmekten çekinmiyordu. Netice gerçekten parlak oldu, Rodos’a gelinirken kırk üç günde alınan yol, bu sefer yirmi günde aşıldı ve Muğla, Kuduş köyü, Alaşehir, Torasili, Torahanlı, Paşaköyü, Susığırlık, Kemede, Subaşı, Anafor, Kurşunlu, Pazarköy merhaleleri -hemen hemen hiç durmadan- geçilerek Dil iskelesine varıldı. Orada hünkârı Sarayburnu’na çıkaracak bir gemi hazırdı. Süleyman, kalbini arayan heyecanlı bir göğüs gibi çırpına çırpına gemiye atlarken bir harem ağası anasının son mektubunu sundu. Bu kâğıdın bir köşesinde şu satırlar ve altında da “Cariyeniz Hürrem” imzası vardı.
“Hoş geldiniz sultanım, velinimetim efendim”
HAVVA ROLÜNÜ DEĞİŞTİRİYOR
Sarı, kumral, kıvırcık ve esmer üç yüz baş kızıl bir iştiyak içinde yerlere kadar eğildi; ela, mavi, yeşil ve kara üç yüz çift göz kapandıkları noktada müşterek bir heyecanla titredi: Hünkâr geçiyordu. Sarı, kumral, kıvırcık ve esmer üç yüz baş, muzdarip bir hayret içinde yükseldi; ela, mavi, yeşil ve kara üç yüz çift göz, nemli bir iştirak içinde saray dehlizlerinin loşluğuna dikildi: Hünkâr uzaklaşmıştı.
Bu üç yüz güzel baş, iki yüz otuz uzun günden beri şu gelişi bekliyordu, bu üç yüz çift göz yedi buçuk aydan beri şu mesut günün doğuşunu tahayyül ediyordu. Barut kokusu, is ve duman içinde aylar geçiren padişahın saraya adım atar atmaz yorgunluk giderici şen bir gece yaşamak ihtiyacına mağlup olarak kendilerine alaka göstereceğini uman bu başlar ve öyle bir gecenin kucağında iki bahtiyar yıldız olmak hülyasını -ayrı ayrı taşıyan bu gözler- ansızın hüsrana uğramışlardı, güzel bir şaşkınlık eseri gibi bulundukları yerde buhran geçiriyorlardı. Çünkü hünkâr, tek bir saniye bile kendileriyle alakalanmamıştı, gül ve sümbül kümelerini okşamadan geçen bir rüzgâr gibi uzaklaşıp gitmişti. O renk renk güller, zarif uğultusunu duyup da serinliğini sezmedikleri rüzgârın arkasından bükük boyunlarını uzatarak bu umulmaz kayıtsızlığın matemini yaşıyorlardı.
Elemin büyüğünü duyan Haseki Mahidevran’dı. O, renkten ve ziyadan yapılmış canlı birer top dizisi gibi yol üstünde uzanan üç yüz başı birer tebessüm sadakasıyla okşaya okşaya geçecek hünkârın kendi yanına gelir gelmez mücessem bir muhabbet, mücessem bir iltifat kesilerek dinleneceğini, bülbülleşeceğini ve sonra açık bir kucak hâline çevrilerek -yan yana durduğu- oğluyla birlikte kendisini sarıp sürükleyeceğini umuyordu. Hâlbuki hünkâr, bütün o başlar gibi kendi başına da gözünü çevirip bakmadan, oğlunu öpüp okşamadan yürümüş, geçmişti, dairesine kapanmıştı.
Bu, bir cilve olabilirdi. Fakat Valide Sultan’la Hürrem’in hünkârla beraber yürümüş ve yine birlikte gözden kaybolmuş bulunması hadiseyi mağrur bir erkek cilvesi olmaktan çıkarıyordu, tehlike hissettiren bir mahiyete sokuyordu. Yedi buçuk aylık bir hicrandan sonra gözdesine göz ucuyla bakmayan, oğlunu okşamayan hünkârın yaman düşünceler taşıdığına şüphe yoktu.
Mahidevran bu durumda ilkin sarardı, ardından iradesini kaybedecek kadar sendeledi, yüzlerine bakılmayan şu halayıklarla