Üstadıazam o tarihte henüz altmış yaşındaydı. Fakat son altı aylık hayat onu müthiş surette yıprattığından yetmişini aşmış gibi görünüyordu. Padişahın elini öperken titriyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Süleyman yurdundan ebedî surette cüda düşürülen şu mağlup düşmanın gözyaşlarından müteessir oldu ve iyi Rumca bilen Ahmet Paşa’ya yüzünü çevirdi:
“Bu ihtiyarı…” dedi. “Gurbet illere sürdüğüme müteessifım. Bana değil, talihine küsmesini kendisine tatlıca anlat.”
L’isle Adam bu iltifata da teşekkür ettikten sonra otağdan çıktı, arkadaşlarıyla birleşerek kıyıya indi, gemiye binmeye hazırlandı. Padişah namına bir çavuş onu uğurlamaya memurdu, Mısır gemicilerinden Pir Ali Reis de çavuşa arkadaşlık ediyordu. Bu denizcinin oraya gönderilmesi, Cem Sultan’ın oğlunu şahsen tanımasından dolayıydı. Mısır’ın Yavuz tarafından alınmasından önce Şehzade Murat, kölemenler sarayının konuğuydu. O saray, Yavuz’un hücumuyla ortadan kalkınca -çoluğuyla, çocuğuyla- Rodos’a kaçmıştı. Pir Ali Reis, işte o konukluk yıllarında bu derbeder prensi görmüş, iyiden iyiye tanımış bulunuyordu.
Cemzade hakikaten şövalyeler tarafından kaçırılmak isteniyor muydu? Hünkârın buna tam bir kanaati vardı. Çünkü amcasının oğlunun Rodos’ta kalmak isteyeceğine asla ihtimal vermiyordu. Böyle bir hareket, göz göre göre ölümü beklemek olurdu. Hâlbuki Cem Sultan’ın oğlu, ölüme susamış bir adam değildi. Öyle olsa İstanbul’un fethi sırasında Bizans Sarayı’nda bulunan Şehzade Orhan gibi davranırdı, kendi kendini yok ederdi. Bunu yapmadığına göre halas çareleri aradığına şüphe edilmezdi ve bu çare de şövalyelere katılıp kaçmak olabilirdi. Rodos’tan kovulan müsellah papazların galipten öç almak için bu yurtsuz prensten istifade etmek istemeleri de kuvvetle muhtemel olduğundan Sultan Süleyman ihtiyatlı davranmak zorunluluğunu duymuştu, Pir Ali Reis’i sahile yollamıştı.
Hadiseler, hünkârın doğru düşündüğünü ispat etmekte gecikmedi. Prens Murat, gerçekten kaçmak istiyordu ve şövalyeler de kendisini teşvik ettiklerinden İspanyol papazı kıyafetine girerek göçmenler kafilesine katılmıştı. İki kızıyla bir oğlu ve karısı da beraberdi, kendisi gibi kılıklarını değiştirmişlerdi. Üstadıazam, bu kaçma ve kaçırma işleminde amir bir rol oynadığı hâlde ne olur, ne olmaz mülahazasıyla alarga bir vaziyet almıştı, Prens Murat takımından uzakta bulunuyordu, onlarla ilgili değilmiş gibi görünüyordu. Berikiler de -bütün harp müddetince ve harpten sonraki günlerde kendi adlarının hünkâr tarafından dile alınmamasından doğma bir ümitle- pek telaş göstermiyorlardı, kayığa atlamak üzere sahilde sıra bekliyorlardı.
Rodos’un artık Türk tabiiyetine girmiş sayılan ahalisi, dişili erkekli, hep birden kıyıya dökülmüşlerdi, denizin kucağında yeni bir yurt aramaya giden mağlupları seyrediyorlardı. Bu güzel adaya haksız olarak yerleşmiş ve oradan haklı olarak kovulmuş olan şövalyeler halkın yüreğinde hiç de yer tutmuş değillerdi. Onlar, salibi gösterip kendilerine yol açan ve fakat açılan yolda kılıçla yürüyen müstebit bir zümreydi. Tanrı’ya dua yerine kesilmiş insanlardan küme küme kurban sunuyorlardı. Kiliseleri dindar Hristiyanların gönül hoşluğuyla verdikleri nezirlerle, sadakalarla süslemek istemezlerdi, korsanlık yapıp çaldıkları Türk malıyla doldurmaya savaşırlardı. Kendilerine yer veren, saygı gösteren halkıysa ancak köle gibi kullanırlardı.
Bu sebeple Rodoslular için için seviniyorlardı ve şövalyeleri Rodos’tan atan Türk pençesinde kendilerinin de ruhlarına vurulmuş zincirleri kıran bir halaskâr kudret görüyorlardı. Kıyıya dökülüşleri işte bu kurtuluşu kutlamak ve müstebitlerin denize sürülüşünü sevine sevine seyretmek içindi.
Karadan ayağını ilk çeken üstadıazam oldu. Hünkârın gönderdiği çavuş ona birkaç nazik kelime söyledikten sonra geri çekildi, şövalyelerin kayığa binmelerini seyrediyormuş gibi bir vaziyet aldı. Pir Ali Reis de aynı durumdaydı, fakat gözleri boyuna hareket ediyor, dört yanını tarassut altında bulunduruyordu. işte bu sırada Prens Murat’ın kafilesi göründü. Murat karısıyla çocuklarını ardına takmış olarak geliyordu. Pir Ali Reis, geniş siperli papaz başlığının altında, kiraza ağmış şahin gagasını andıran tarihî burnu daha uzaktan sezdiği için yanı başında duran çavuşa fısıldadı:
“Şehzade geliyor!”
Fatih Sultan Mehmet, taht-ü tacını bırakamadığı oğluna gasbolunmaz bir miras olarak meşhur burnunu terk etmişti. Bu burun Cem’den Murat’a geçmiş bulunuyordu. Ne makyaj, ne başka bir şey bu mirasın yapıştığı yerde delalet edegeldiği nesep alakasını örtemezdi. Prens Murat, sırtına geçirdiği papaz kıyafetine, beline sardığı zünnara, boynuna astığı haça ve taşıdığı serpuşa güveniyordu. Bu kılıkla tanınmayacağını umuyordu. Başta Süleyman olmak üzere o sırada adada bulunan bütün Türklerin de kendisini hiçbir yerde görmediklerini düşünerek bu ümidini kuvvetlendiriyordu. Hâlbuki burun, o gagamsı burun, bir veraset hücceti gibi hakikati haykırıp duruyordu. Nitekim Pir Ali Reis de o hücceti yirmi metre mesafeden okumakta güçlük çekmedi, bulunduğu yerden yavaşça ayrılarak kalabalığa karıştı ve prens kafilesinin arkasına düşecek surette davranarak onlara yetişti ve henüz sekiz yaşında bulunan kız çocuğunun kulağına doğru eğilip Türkçe fısıldadı:
“Nereye gidiyorsunuz sultanım?”
Önde giden prens değil, karısı ve öbür çocukları da kızın kulağına böyle bir şey fısıldandığını sezmemişlerdi. Çocuksa kendi ana diliyle söylenen sözlerden tatlı bir hayrete düşüp hemen cevap vermişti:
“Başka memlekete dostum!”
Tarihî burnun tebarüz ettirdiği hakikati şu üç kelime tevsik etmiş oluyordu. Türkçe konuşan şu yavru, bir şövalyenin veya şövalyeler hizmetinde bulunan herhangi bir rahibin çocuğu olamazdı. Bu sebeple Pir Ali Reis hemen atıldı, Şehzade Murat’ın koluna girdi:
“Şevketli hünkârın…” dedi. “Selamı var, papazlar ardına düşmesin, benim yanıma gelsin, diyor.”
O sırada çavuş da onların yanına gelmişti, prensin eteğini öptükten sonra aynı sözleri tekrar etmiş ve bir de tavsiyede bulunmuştu:
“Sultanım şu halkın saygısızlık göstermesinden korkarım. Sırrınız faş olmadan ben kulunu takip edin, şevketli hünkârın yüce barigâhına sığının. Necat orada, hayat oradadır. Vehme kapılıp cennetmekân pederiniz gibi kâfiristanda zelil olmak, hele şu masumları zelil etmek şanınıza düşmese gerek!”
Şehzade Murat hafakanlar geçiriyordu, bayılmak üzere bulunuyordu. Kurtuluş yolunun eşiğinde ecelle karşılaştığını görerek ruhi bir sendeleyişe uğramıştı, sararıp soluyordu, iki yanına sallanıp duruyordu. Karısıyla yetişkin oğluysa feryadı koparmışlardı, kayığa binenlerin ve kıyıda kümelenenlerin gözlerini kendi üzerlerine çekecek surette haykırmıyorlardı.
Saray çavuşu, işin tatsız bir biçim alacağını anladığından yüzünü ekşitti:
“Sultanım…” dedi. “Sana telaş yakışır mı? Ağyarı hâline güldürürsen babanın ruhunu ağlatırsın, şevketli hünkârın da gazabına uğrarsın. Merdane bas, lütfedip bizimle bile gel.”
Murat’ın gözü denize dikilmişti, kayıklarla gemilere doğru açılan şövalyelerden medet umuyordu. Şuurunun o sırada tamamıyla tarumar olmasına rağmen kayıklarda geri dönmek değil, ileriye doğru çala kürek koşmak durumu sezmişti, tam bir fütura düşmüştü. Pir Ali Reis onun sezişini kuvvetlendirmekten geri kalmadı:
“Şehzadem…” dedi. “Şövalyeler senden uzaklaşmak