“Evlatlarım…” dedi. “Kilisenin istinat noktalarından biri bugün düşmüş olacak. Bu taş, o sukutu haber veriyor.”
Ve sonra ellerini yüzüne kapayarak ilave etti:
“Rodos için kana kana ağlayalım!“
Şövalyeler, çektikleri korkunun yersiz olduğunu anlamışlardı. Çünkü şehre, ellerinde sade birer değnek olduğu hâlde giren askerler, kimsenin burnunu kanatmamışlardı. Bu da gayet tabiiydi. Türk, kendi dileğiyle verdiği sözden dönmez. Askerler de, evvelce bağışladıkları ve hünkâra da bağışlattıkları canları incitmeyi hatırlarına bile getirmemişlerdi. Emelleri, esir Türkleri kurtarmaktı. Bu emele erince sevinmişler ve ezanlı, davullu bir nümayişten sonra geri dönmüşlerdi.
Bununla beraber, hünkâr üstadıazamın büyük korkular geçirdiğini düşünerek ona tesliyet ve emniyet vermek istedi, kendisini huzuruna davet etti. Haçı kılıca eş yapmış, dini silah kuvvetiyle yaşatmayı ülkü edinmiş bir tarikatın reisi olan üstadıazam, kendi karakterine göre kıyas yürüterek korktuğundan mı, yoksa şaşkınlığından mı, bilinmez, bu davete icabetten çekinmişti. Fakat şehri değnekle işgal edip de bırakan ordunun ne kendisine, ne başkasına eza etmediğini düşünerek akıllı davranmak yolunu tuttu, Türk ordugâhına gitti.
Hünkâr, divana riyaset ediyordu, memleket işleriyle meşgul oluyordu. Büyük otağın kapısı önünde on beş gemici, zincirler içinde titreşip duruyordu. Bunlar Rodos halkından birkaç kişiydi, Anadolu yakasına geçmeye teşebbüs eden bedbahtlardı. Üstadıazam, uzun müddet onların yanında kaldı, divanın dağılmasını bekledi. Fasılasız dökülen yağmura rağmen o, içine düştüğü sahneyi hayran hayran tetkik ediyordu. Kapıcılar, çavuşlar, divana girmek nöbeti bekleyen beyler, paşalar hep yağmur altındaydı. Fakat kimse, yüzünü ekşitmiyordu, açık havada bulunuyorlarmış gibi sakin görünüyorlardı. Yağmur, ehramlar üstüne düşen jaleler gibi bu demir vücutlu Türkler üzerinde hiçbir ıslaklık vücuda getiremiyor gibiydi. Üstadıazam bu hâle ve her Türk’ün endamında beliren azamete, celale karşı derin bir imrenti seziyor ve bu imrenişin hararetiyle kış yağmurunun soğuk temasını duymaz oluyordu.
O sırada divanda heyecanlı bir münakaşa geçiyordu. Vezirlerden bir kısmı suçlu gemicilerin üçer yüz değnek vurulmak suretiyle cezalandırılmasını, bir kısmı da küreğe konulmalarını istiyorlardı. Hünkâr, iki tarafın da fikrini anladıktan sonra kaşlarını çattı:
“Onları…” dedi. “Kendi kadırgalarının serenlerine asmalı!”
Sadrazam Piri Paşa, sıkıla sıkıla mülahazasını ortaya attı:
“Tanrı’nın merhameti gazabından yüksektir. Efendimin de şefkati hiddetinden galip olmalıdır. Bu bedbahtlar gerçi ağır suç işlemişlerdi. Fakat bizi beş ay burada alıkoyan, binlerce askerimizi şehit eden düşmanın hayatını bağışladınız. Bunların da kuşça canlarına kıymayın.”
Hünkâr, sert bir işaret yaptı:
“Lala…” dedi. “Yanlış düşünüyorsun. Acze düşen düşman affolunur. Lakin bizi acze düşürmek isteyen dost affolunmaz, olunamaz. Bu gemiciler, adadan adam kaçırıyorlardı. Henüz zapt olunan bir yerden adam kaçırmak kazanılmış zaferi küçültmeye çalışmak demektir. Asılmalı hainler!”
Süleyman’ın bu ağır hükmü niçin verdiğini divanda oturanların hepsi seziyordu. O, adadan adam kaçırmak yolunun kapanmaması hâlinde amcası oğlunun da bir yol bulup savuşacağını düşündüğünden sert davranıyordu. Bununla beraber istinat ettiği mantık da yerindeydi. Henüz düşman vaziyetinde bulunanlara el uzatılmak ve onları Anadolu’ya kaçırmak gerçekten müsamaha olunur cürümlerden değildi. Piri Paşa, bir söyleyip de iki dinlemişti, yersiz bir mülahaza yürüttüğünü de anlayarak sıkılmıştı. Hünkâr:
“Düşünüp durma lala.” dedi. “Mahkûmları gidert, kapıda bekleyenleri de yanıma getirt.”
Üstadıazam, on beş gemicinin ölüm hükmünü nasıl bir sükûnetle kabul ettiklerine de şahit oldu. Onlara: “Öleceksiniz!” diyen ağız kadar bu emri dinleyen kulaklar da titremek bilmiyorlardı. Bu, hâkimin kendini adil bulduğu kadar mahkûmun da nefsini haksız ve suçlu gördüğünü gösteriyordu.
Üstadıazam, kılıç vuruşları, kale dervişleri gibi giyinişleri, bakışları ve konuşmaları da ayrı ayrı birer azamet numunesi olan Türklerle nasıl olup da boy ölçüşmeye yeltendiğini kendi kendine soruyor ve yaptığı işi rüyada geçmiş sanarak için için hayret geçiriyordu. İşte o sırada Piri Paşa’nın sesi onunla ilgilendi ve emrin verildiği duyuldu:
“Rodos beyi el öpecektir. Sırtına kaftan geçirin.”
Bizim tarihçilerin hilat, Frenk müverrihlerinin manteau d’honneur dedikleri yakası sırmalı üstlük üstadıazamın omzuna atılırken saray memuru yapılacak rasimeyi de ihtar etti:
“Yakasını öp, sonra sırtına geçir!”
Üstadıazam, dudaklarına temas eden kumaşta galip hükümdarın ayaklarını sezdi ve titredi. Kendisine hilati değil hünkârın ayağını öptürdüklerini anlıyor ve bu zarif tahakkümde bütün ikbalin yerlere atıldığını görüyordu. Bu ruhi görüşün uyandırdığı sersemlik geçmeden iki çavuş kollarına girmişlerdi. Onu otağa sokuyorlardı. Mağlup kumandan ancak şimdi şuurunu toplayabilmişti ve kendini yenen, temsil ettiği tarikatı da tarih avaresi hâline koyan adamı bütün idrak kabiliyetiyle temaşaya çalışıyordu. Fakat galibine dikilen gözlerini o yükseklikte tutamadı, çarçabuk yere eğdi. Çünkü hünkâr kendisine güzide bir yeniçeri, seçkin bir sipahi kadar heybetli görünmüştü. Bu heybet, galibin seferber bir Türk neferi gibi giyinmesinden ileri geliyordu.
O dakikada Süleyman da heyecanlı bir dikkat içindeydi. Türk gücünün mucizevi hamlelerine beş ay karşı durabilen şu adamda iltifata layık bir kıymet arıyor ve nafiz gözlerini kırpmadan mağlup şövalyeyi uzun uzun süzüyordu. Bu araştırmanın sonu acımak oldu. Çünkü onda bir Türk’ü imrendirecek herhangi bir kıymet şemmesi değil, yıkılmış bir kalenin hazin harabesini görmüştü. Bu sebeple hürmetten ziyade rikkat gösterdi:
“Geçmiş olsun.” dedi. “Ağır bir felakete uğradınız. Fakat üzülmeyin, mütehammil olun. Mülkler elden ele gidegelmiştir. Hiçbir mülk, hiçbir hükümdara baki değildir. Hakiki mülk sahibi Tanrı’dır. Bizler birer bekçi durumundayız. Siz, bekçiliğini yaptığınız şu mülkü bana devrettiniz, gidiyorsunuz. Yarın aynı akıbete benim de uğramayacağımı kim temin eder? İşte bunu düşünüp üzüntüden kurtulmaya çalışın.”
Üstadıazam, birkaç teşekkür kelimesi mırıldanırken hünkâr -gerçekten şefkatli bir sesle- sordu:
“Benden bir dileğiniz varsa söyleyin. Mümkün olan her yardımı yapmak, sizi memnun etmek isterim.”
L’isle Adam boynunu büktü:
“Hayatımızın bağışlanmasını dilerim.”
“Ordu zaten bu lütfü yaptı. Size kıymadı ve kıydırtmadı.”
“Teşekkür ederim, başka bir dileğim yok.”
“Öyleyse sarayına dön, yolculuğa hazırlan. Bir kılına ziyan, tek malına zarar gelmeden istediğin yere gideceksin.”
Hünkâr, az kaldı, dayanamayıp soracaktı, amcasının oğlunun nerede olduğunu ona söyletmek isteyecekti. Fakat kendini topladı, dudaklarına kadar gelen bu soruyu dişleri arasında çiğnedi. Bununla beraber bütün adayı sıkı bir ablukaya aldırmaktan