Acayib-i Âlem. Ахмет Мидхат. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Ахмет Мидхат
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6485-10-5
Скачать книгу
şeklini alabilir.”

      “Demek oluyor ki insanların ölüm pençesi ile yok olmaya mecbur olmalarını beğeniyorsun ha?”

      “Cenabıhakk’ın rabbani hükmünden hangisi beğenilmez ki bu da beğenilmesin? Zaten hayatın zevki dahi doğmakta, büyümekte ve nihayet ölmektedir. Yeni doğmuş bir çocuğa bakarak kendi çocukluğumuzun zevkini şimdi anlarız. Delikanlı iken ömrün lezzetini pekâlâ fark etmekte idik. Şu babayiğitlik zamanı bize daha şimdiden ak sakallı olacağımız zamanları vadederek herkesin hürmetine mazhar bir güzel ihtiyar olmaktaki lezzete şimdiden bizi ulaştırır. İhtiyarlığa mahsus olan büyüklük ise artık onların bu dünya adamı olmaktan çıkmış sayılmalarından doğar. Bu dahi ölümün gelişini muvazeneye vesile olur.”

      “O kadar istekle söylüyorsun ki güya ölmeye daha şimdiden can atıyormuşsun zannedeceğim geliyor.”

      “Ne bileyim? Ölümün hemen şimdi hazır olmadığına elde ne senedim var?”

      Şu yolda açılan söz, iki arkadaşı akşama kadar eğlendirdi. O akşam dahi yine her zamanki kimselerden ibaret sofra halkı yemek başında toplandılar. Başka bir adam olsaydı ihtimal ki bu şekilde yemek yiyişten bıkardı. Çünkü yarım saatten fazla sofrada bulunulduğu hâlde hazır bulunanların hepsinin ağzından hemen yirmi söz çıkmayıp, bu sözler dahi hâl ve şanından yolcu olduğu anlaşıldığını haber vermiş olduğumuz İngiliz’in birinci ve ikinci kaptanların karılarına son derece lütuf ve nezaketinden dolayı söylediği sözlerden ibaretti.

      İngilizlerin şu söz cimrilikleri bazı kere bir dereceye varır ki hakikaten artık can sıkmaya başlar ise de bu sıkıntı bizim gibi söze, sohbete alışmış olan adamlara mahsus olup yoksa sözleri, sohbetleri yine kendilerine mahsus olan Suphi ile Hicabi, İngiliz’in âleminden o kadar sıkılmamışlardır.

      Hicabi Bey’in tabuta benzetmiş olduğu gemi yataklarında o gece de yattılar. Ertesi sabah uyandıklarında vapur makinesinin işlemesinden ve geminin hareketinden oluşan gürültü ve şamata olmayarak gayet derin bir sükût ve sükûnet hâlinde bulunmaları bunların hayretine yol açtı.

      Gerçekten bir insanın böyle gürültülere alışması, o gürültülerin kesilmesi hâlinde kendisini bütün bütün başka bir âlemde bulundurmak gibi bir üzüntü meydana getirir. Trenlerde, vapurlarda ve bazı kere değirmenlerde insan bu yerlere mahsus olan gürültü içinde uykuya dalarsa gürültüleri oluşturan hareketin kesilmesiyle derhâl uykudan dahi uyanır.

      Hicabi dedi ki:

      “Ne olduk acaba arkadaş? Galiba vapur yoluna devam etmiyor. Galiba durduk.”

      “Galibası yok. Hesapça Odesa’ya geldik.”

      “Odesa’ya mı geldik?”

      “Öyle ya? Daha hızlı posta vapuru olsa böyle arkadan lodosun da yardımıyla daha tez gelirdik.”

      “Öyle ise haydi çabucak kalkalım.”

      “Pek de acelemiz yok ise de bununla beraber kalkmak zamanı da geldi.”

      Seyyah efendiler kalktılar. Ellerini, yüzlerini yıkayıp giyindikten sonra ulaşılması hedeflenen limana varıştan sonra artık posta vapurlarında bile kamarotlar yolculara kahvaltı vermeyeceklerinden yalnız birer kahve içmekle yetinerek çizmelerini giydiler. Yol sandığını da ellerine alıp güverteye çıktılar.

      Yeni seyahate çıkanlar bir memleketi, gerek karadan gerek denizden, hele bilhassa denizden ilk defa olarak gördükleri zaman ne güzel bir his ile hislenirler!

      İnsan, kendisinin içinde doğup büyüdüğü memleketten başka dünya yüzünde daha birçok memleket bulunduğunu işitmek, okumak ve hatta resimlerini seyretmek hâllerini öyle bir memleketi gözleriyle gördüğü zamanki hislenmeleriyle asla karşılaştıramaz.

      Güya yeniden doğmuş da başka bir dünyaya gelmiş gibi yüreğinde bir şeyler hisseder.

      Hakikat! Seyahat edenler tecrübe etmişlerdir ki bir adam kendi memleketinden veyahut bir zamandan beri ikamet etmekte bulunduğu yerden hareket ettiği zaman kendisinin bir seyyah olduğunu, seyahate mahsus olan hissiyattan pek de anlayamaz. Böyle bir memlekete girdiği zaman kendisinin seyyah olduğunu anlar. Çünkü o hâlde kendisine her şey yeni göründüğü gibi kendisi de orada herkese yeni bir adam görünüyorum zanneder. Her tesadüf ettiği adam “Mutlaka bana bakıyor! Benim yabancı ve seyyah olduğumu mutlaka anlamıştır.” sanıyor.

      İşte seyahatin insan kalbinde uyandırdığı şu neşeyi Suphi Bey de Hicabi Bey de hissetmeye başlayarak vapurun etrafında bulunan birkaç sandala elleriyle “Buraya gel! Buraya yanaş!” işaretini verdikleri zaman konuşmadan yalnız bir el işareti verdikleri hâlde dahi hâl ve tavırlarından o kadar azamet, o kadar gurur anlaşılmakta idi ki âdeta “Bizi görmüyor musunuz be? Bizi? İşte biz seyyahız! Misafiriz! Bizi böyle bir geminin üzerinde görünce hemen karşılamaya koşmalı!” manaları dahi hâl ve şanlarından anlaşılmakta idi.

      Bununla beraber sandalın hızlıca gelmesini, karşılarındaki panoramayı seyretmeye doymuş değil henüz başlamış olan gözleri hiç de hemen istemeyip Odesa’nın ilk görünümü ikisini de hayrete boğmuştu.

      Gerçekten İstanbul’un dıştan görünüşü kadar güzel bir panoramanın bütün dünyada emsalsiz olduğu herkesin ortak görüşü ise de İstanbul’da doğup yine İstanbul’da büyüyerek o güzelliğe alışmış olanlar onun kadrini tamamıyla takdir edemezler. Hatta sonradan görüşüp insanın âşık olduğu bir kadın hakkındaki âşıkça hayranlığı bile kavuşma ve beraberliğin uzamasıyla yavaş yavaş bir kayıtsızlığa dönüşerek insan evvelce gözlerinden kıskandığı sevgilisini bir zaman sonra hiç de güzel bulmaz. Hiç de sevmez olur! Bu hâlde başka bir güzel gördüğü zaman aslında eski sevgilisinden daha güzel olmadığı hâlde bile “Aman ne güzelmiş!” diye içi titrer.

      İstanbul şehri emsalsiz bir sevgili olmakla beraber ona her gün ulaşanlar artık güzelliğine alışmış bulundukları hâlde bunlar Odesa’yı görürler de hakikaten kendi sevgilileriyle rekabete muktedir bir diğer sevgili görmüş derecesinde şaşırırlar ise hayret etmemelidir.

      Gerçi Odesa şehri İstanbul’un ancak onda biri kadar küçük bir şehirdir. Lakin henüz son yüzyılın vücuda getirdiği şehirlerden birisi olmakla bu kadar güzel, bu kadar zengin görünür ki İstanbul’da böyle bir seyire nail olmak için şehrimizin yüksek binalarını tamamen bir yere toplayarak dışarıdan bakmak gerekir.

      Odesa şehri önünde dört beş yüz gemi alabilecek kadar geniş bir liman bulunup o limanın uygun bir şekilde konumlandırılmasıyla açılan gözler sahilde yedi sekiz kışla ile üç dört hastanenin ve diğer birtakım devlet binalarının gayet geometrik bir şekilde dizilmiş olmaları göze ilk güzelliği bahşeder. Sonra asıl şehre meyilli bir zemin üzerine kurulmuş olduğundan İstanbul Limanı’ndan bakıldığı zaman âdeta Beyoğlu’nun görünüşü gibi kâgir ve yüksek binaların birbiri üzerinde görülmeleri şehrin seyreden gözlerdeki azametini arttırdıkça arttırır.

      Suphi bu görünüm karşısında o kadar hayrandı ki Hicabi Bey “Ne güzel bir şehir!” dediği zaman bu sözü işitemediği gibi evvelce işaret etmiş oldukları sandal vapura yanaştığı zaman dahi âdeta haberdar değildi.

      Nihayet arkadaşı kendisini uyandırarak sandala bindiler. Sandalda Hicabi Bey “Ne güzel şehir! Ne güzel manzara!” sözlerini tekrar edince Suphi dedi ki:

      “Ona ne şüphe! Odesa’nın güzelliğini dost değil düşman dahi teslim eder. Bu hikmetten dolayıdır ki Kırım Savaşı’nda İngiliz ve Fransız donanması işte şu askerî limanda Rusya donanmasını yakmaya geldikleri zaman atılan top tanelerinin şehri dahi harap etmemesine pek ziyade dikkat etmişlerdi.”

      “Şehre