Bu mektep hakikaten pek mükemmel bir mekteptir. Mevsim henüz bahçelerin birinci kazma işlemi zamanının dahi ilk gelişine rastladığı için her ne kadar bahçede görülecek pek çok şey yok idiyse de kış mevsiminde soba ile meyve ve sebze yetiştirmek için gayet mükemmel seraları olduğu gibi baharın ilk müsaadesinde hemen tarlalara götürülerek fidelenmek için birçok bitki dahi sıcak yastıklarda yetiştirilmekte idi.
Suphi Bey bu okulun bahçıvanlıktaki ilerlemelere ne gibi hizmetleri olduğunu sorunca öğretmenlerden birisi:
“Okulumuz buralarda mevcut olmayan pek çok meyve ve sebzeyi buranın havasına alıştırmaya muvaffak olduysa da dışarıda bahçıvanlık edenleri babalarından gördükleri sebzelerden başkasını yetiştirmeye teşvik etmek imkânsız görülüyor. Aslında ahalide rağbet olduğu gibi içerilere dahi pek çok sebze gidebileceğinden eğer bahçıvanlarımız gayretli olsa tam olarak istifade edebilirler ise de onların gayretsizliğine karşılık sizin Osmanlı bahçıvanların bulundukları yerin tabiatından dahi istifade ederek yetiştirdikleri turfandalar bizim bahçıvanları da teşvikten menediyorlar. Yoksa biz mesela patlıcanın moru, siyahı, beyazı, yusyuvarlağı, yarı uzunu ve tamamıyla uzunu olmak üzere sekiz on türünü ve lahananın da güdük, kırmızı, beyazı ve siyahı olmak üzere elli kadar türünü yetiştirmek gibi başarılarımızla iftihara kendimizde hak görüyoruz.”
“Seralarınızı da pek mükemmel görüyoruz.”
“Evet! İmparatorluk sarayına çoğunlukla burası turfanda yetiştirdiği için fide seralarımız pek mükemmeldir.”
Hicabi Bey turfandacılık hususunda Osmanlı bahçıvanlarının Rus bahçıvanlarına karşı üstünlüğüne hayret ederek bu konuda biraz daha açıklama istemeye girişince öğretmen demişti ki:
“Ah efendim! Mısır ve Akdeniz adaları âdeta ocak ayı içinde taze bakla ve şubat içinde patlıcan yetiştirdikleri hâlde bizde mümkün olur mu? O zamanlar bizim donmuş olan topraklarımızı balta ile kesmek dahi mümkün olamaz. Fakat müsaadenizle sizin bahçıvanlarınızı da biraz gayretsizlikle itham edeyim. Eğer hakkıyla gayret edecek olsalar senede birkaç yüz bin rublemizi kazanabilirler iken bize hem pek az hem de pek pahalı meyve ve sebze gönderdikleri için kendi istifadelerini menediyorlar.”
Hicabi Bey öğretmenin bu sözüne karşılık vermekten aciz kaldı. Suphi dedi ki:
“Efendim! Bu gayretsizlik bahçıvanlarımızda olmamalıdır. Hatta biz aksi duruma üzülüyoruz. Genellikle meyve ve sebzemiz pek bol, fiyatı da düşük olduğu için bahçıvanlarımız masraflarını çıkaramayarak zarar görüyorlar. Hatta bazı mahsulatı denize döktükleri de vardır. Çünkü pazar yerine nakledecek olsalar nakliye ücretlerini dahi çıkaramazlar. Bu hâlde Osmanlı mahsulatının size pahalı gelmesine sebep ara yerde olan mübadele vasıtalarıdır. Yani İstanbul’daki sebzeci ile buradaki sebzeci arasında cereyan eden mübadele işlemlerine bir anda çok para kazanmak hırsının da karışması malı pahalı ediyor. Bu konuda hakkınızı teslim ederim efendim!”
Bunları söyleyince hiç de umurunda değil gibi yaşamakta bulunan Suphi’nin böyle İstanbul ile Odesa arasındaki sebze ve meyve ticaretine dahi kafa yoracak bir aralık bulmuş olmasına da Hicabi Bey şaştı. Hicabi Bey, Suphi’de gördüğü fevkalade hâllerin hepsine şaşıyor ve fevkalade hâllerine şaştıkça da Suphi hakkındaki muhabbeti bir kat daha artıyordu.
Bitkiler okulu memurları bizim seyyahlara o kadar hürmet ve rağbet ettiler ki seyyahlar bu kadar saygıya nasıl teşekkür edeceklerini dahi bilemediler. Hele niyetlerinin kuzeye en yakın olan memleketlere kadar gitmek olduğunu beyan ettikleri zaman öğretmenler pek takdir ederek “Orada bitkilerin yetişmesi hususunda o kadar gariplikler göreceksiniz ki dünyanın hiçbir tarafıyla karşılaştırılamaz.” diyerek, hatta içlerinden birisinin Petersburg’da Doğu Dilleri Okulu öğretmenlerinden bir kardeşi olmakla derhâl bir tavsiyename yazarak “Eğer Petersburg’a gider de Doğu Dilleri Okulunu gezmek isterseniz kardeşim size güzelce yol göstermede kusur etmez.” dedi. Bu okulu ziyaretten Hicabi Bey’in ve özellikle Suphi Efendi’nin ne derecelerde memnun olduklarını tarif edebilmek mümkün değildir. Suphi’nin memnuniyeti, en çok meraklı olduğu bitkilere, o da sade böyle yüksek bir okul ve geniş bir tecrübe bahçesi meydana getirmek derecesinde ehemmiyet verilmiş olmasından kaynaklanıp “İlerlemenin eserleri hangi memlekette olursa olsun bütün insanoğullarının mutluluk sebeplerini tamamlamaya yardım eder.” demişti. Hicabi ise müdür ve öğretmenlerin âdeta ifrat derecesine varan hürmet ve rağbetlerinden memnun olarak arkadaşına demişti ki:
“Ben Rusları bu kadar nazik bilmezdim.”
“Neden?”
“Ya Kazaklardan nezaket beklenir mi?”
“Dostum, Kazak başka, Rus başka, Tatar başka, hepsi başkadır. Asıl Rus kavmi hakikaten pek misafirperver, pek iltifatkâr bir kavim olduğu gibi Avrupa terbiyesini aldıktan sonra nezaketleri bir kat daha artmıştır. Ruslar, Fransızlar gibi yılışık, zevzek ve İngilizler gibi haşin ve asık yüzlü değildirler. Cidden çelebi adamlardır ama bir buçuk asır önce âdeta vahşi hayvanlardan farkı olmayan seksen milyon cahil ahaliyi kopkolay medenileştirmek mümkün müdür? Siyasi vesveseleri göz ardı edersek terbiye görmüş Rusları Avrupa’nın en terbiyeli milletleri derecesinde buluruz. Zaten biz bir siyasi fikir ile seyahat etmiyoruz. Dünyanın hâllerini görmek, anlamak için geziyoruz. Dolayısıyla hangi şey doğru ise onu doğru olmak üzere karşılamaktan bizi hiçbir fikir menetmemelidir.”
Bizim seyyah efendileri Odesa’da mahzun eden şey yalnız Tatarların gerilemiş hâli idi. Suphi ve Hicabi beyler söz konusu şehirde yerleşik Tatarlar ile görüştükleri gibi Kırım, Kazan, Ejderhan ve ta Orenburg taraflarından gelmiş Tatar tacirleriyle dahi görüşerek bunların genel hâllerine dair hayli malumat aldılar.
Söz konusu Müslüman ahalinin sanat ve ticaret hususunda eski gelişmiş hâllerini muhafaza edebilmiş olmalarına söz yok ise de bunların şu hâli, yani ticari hareket ve servetleri, sanatkârca çalışmaları, bir kasanın içinde binlerce liralık serveti saklaması veyahut bir geminin binlerce liralık malı nakletmesi veya bir fabrikanın herhangi bir sanatı işlemesi gibi hemen hemen ruhsuzca bir şey olup fikrî ilerleme ve asri yeniliklerden bunlarda hiçbir eser görülememiştir. Arabi ilimlerde yetkin âlimleri pek az olduğu gibi Tatar dilini bir edebiyat dili hâline de koyamamışlar ve bundan başka Rus dilini yalnız alışverişlerinde lüzumu olacak derecede konuşmayı öğrenip yazmasından, okumasından âdeta bihaber kalmışlardır. Hâlbuki birtakım gençleri Rus okullarında öğrenim görmekle her ne kadar bir görgülü ve eğitimli Rus kadar âlim olmakta iseler de o hâlde dahi bunlar Tatarlıktan çıkarak bir nevi Rus olup kalmaktadırlar.
Bu noktaya dair söz konusu ahali ile edilen karşılıklı konuşmalarda Suphi Bey Arabi ilimlere evvelkinden fazla genişlik vermekle beraber Tatar dilini bir edebiyat dili hâline koymayı ve Rus dilini de Tatarlığa halel vermeksizin öğrenmeyi tavsiye etti ise de bu tavsiyenin mahiyetini takdir edebilecek kadar uyanık fikirleri onlarda bulamayınca umutsuzluğa kapıldı. Bununla beraber medeniyet âleminde fikrî ilerlemeler denilen şey o kadar acayiptir ki şimdi Ruslaşmakta olmaları memnuniyet nazarıyla görülmeyen Tatar gençlerini bir zaman olup da kendileri de bir kavim, hem de pek büyük bir kavim olduklarını anlayarak bu kavmi ruhlandırmak çarelerine teşebbüs etmeye yeter.
Seyahat edilmesi gereken memleketin dilini öğrenmek birinci derecede lazım olan şeylerden olup gerçekten Rusya memleketlerinde kalburüstüne gelen kişilerin ve mülazımlara varıncaya kadar askerî takımının hemen hepsinin Fransızca ve Almanca konuştuklarına ve bizim seyyah arkadaşlardan birisinin Fransızcayı, diğerinin Almancayı bildiği malum bulunduğuna göre bunlar kendilerini pek tamamen dilsiz kalacakları bir memlekette bulmayabilirlerdi. Ancak seyyahın genellikle müracaat edeceği kimseler avam olacağından ve onlarla