Üçüncü Kısım
İstanbul’dan Odesa’ya
Boğaziçi ahalisinden olsanız da bir gün yalınızın penceresi önünde otursanız ve nazarıdikkatinizi Boğaz’dan gelip geçen gemilere hasretseniz hepsi kıçlarından çarklı ve âdeta tamamı ikişer direkli birtakım vapurlar görürsünüz ki bunlar öyle Şirket-i Hayriye’nin cır cır öten vapurları gibi başınızı ağrıtmaksızın son derece sükûnetle çekip giderler.
Lakin bunların geçişi için bazı mevsimler vardır ki o mevsimlere göre mesela Marmara’dan Karadeniz’e giden vapurların üstü Maden Dağı gibi yüksek oldukları ve hatta uskurlarının yarısı yunus balıkları gibi vakit vakit sudan baş çıkararak döndükleri hâlde geçip bazı mevsime göre dahi Karadeniz’den Marmara’ya geçenleri hemen hemen tamamıyla denize gömülmüş oldukları hâlde Boğaz’ın akıntı yerlerinde dalgalar altına girecekler gibi gelip geçerler.
Her hâlde bu vapurların gelip gidişlerinde garip bir ahestelik içinde yoluna devam için öyle bir gayret vardır ve bu gayret gözlerde o kadar heybet ve azamet resmeder ki insan bunlara bir ibret gözüyle baktığı zaman bu nakliye vasıtasının pek büyük, pek uzun yolculuk meşakkatlerine yalnız sabra ve kuvvetinin sağlamlığıyla tahammüle yetenekli olduklarını anlar.
Gerçekten bu vapurlar pek uzun yolculukların pek büyük meşakkatlerine o kadar tahammül için yapılmışlardır ki bunlar Londra’yı, Odesa’yı âdeta Balıkesir’in İstanbul’a yakınlığından fazla yaklaştırmışlardır. Mesela Balıkesir’de yüz kantar taşınız bulunsa onu İstanbul’a taşımak için Londra’daki yüz kantarlık yükünüzden fazla zahmet çeker ve ona oranla daha fazla masraf ve daha fazla zaman sarf edersiniz.
Sözü edilen vapurları nazarıdikkatinize bu şekilde sunuşumuzdan ihtimal ki hoşlanmazsınız. Çünkü bundan bir zevk almak için insanda ticaret zevkinin de bulunması gerekir. Hele ekonomi düşünceleri o insanın dimağına yerleşmiş olarak bir mülkü, daha geniş tabirle cihan mülkünü mamur etmek için en büyük kuvvetin nakliye vasıtalarından ibaret bulunduğuna, nakliye vasıtalarının görebileceği işleri eğitim ve sanayinin bile göremeyeceğine, eğitim ve sanayinin dahi sadece nakliye araçları sayesinde nasip olduğuna zihinler tam bir kanaatle ile inanmış bulunmalıdır.
Bununla beraber kendimizi eğlendirmek için roman okuduğumuz hâlde dahi bu vapurlar bizim nazarıdikkatimize layıktırlar. Düşünmeliyiz ki bunların içinde bulunan türdeşlerimiz deniz hayvanlarından imişler gibi denizde doğarak, denizde büyüyerek yine denizde yaşamakta ve hangisinin talihi müsait olup da kimisi batarak yine denize defnedilmezlerse yalnız onlar vefatlarından sonra karalara taşınarak mezarlara gömülmektedirler.
Biz Şirket-i Hayriye vapurlarında en ufak yolculuğumuz için iki saat kadar kaldığımız hâlde Köprü’ye yanaştığımız zaman bir an önce kendimizi dışarıya atmak için birbirimizi çiğneyerek can atarız. O vapurların içinde bulunanlar ise haftalarca, aylarca zamanı, ufka kadar dünyayı istila eden su üzerinde geçirdikleri hâlde İstanbul gibi dış görünüşü o kadar göz alıcı olan bir yerden geçerlerken bile pek çokları hemen kamarasından çıkmayarak etrafı görmeksizin geçer gider.
Ama bu hâlde devam edebilmek için insan mutlaka İngiliz olmalı imiş! Ona şüphe yok! Ya İngiliz olmalı ya deli!
İşte bu vapurlardan birisi Londra’dan kömür yüklü olduğu hâlde İstanbul’a gelip kömürünü satmış ve ondan sonra zahire yüklemek için Odesa’ya gitmek üzere mevsimin gelmesini beklemekte bulunmuştu. Çünkü Odesa Limanı bu hikâyemizin geçtiği zaman olan 1867 miladi senesinde donmuş olduğundan oraya tüccar gemilerinin yaklaşmaları mümkün olamayıp bu yüzden birçok gemi İstanbul Limanı’nda beklemekte idi.
Şubatın yirmi altıncı günü Odesa’dan gelen telgraflar beş on günden beri havaların müsaadesinden dolayı limanın buzlarının çözüldüğünü müjdelemekle birçok vapur fayrap16 ettikleri gibi kömür yükünü sattığını yukarıda söylediğimiz ve beyan ettiğimiz vapur dahi gidiş işareti olan düz mavi üzerinde beyaz bir kareden ibaret bulunan işaretini çekmişti.
Bu gibi vapurlarda yolcu görünmesi nadirattan olduğu gibi, çoğu ortaya çıkacak yolcuları kabul dahi etmezler ise de bu vapura yaz mevsiminde Odesa’da amelelik etmek için birçok Laz binmekte olduğundan etrafında bir hayli sandal ve güvertesi üzerinde epeyce yolcu görülürdü.
Vapurun hareketinden yarım saat önce bir sandalda üç adam geldi ki ikisinin ayakları çizmeli, başları sargılı ve arkaları kıvırcık kuzu kaplı paltolu olduklarından ve omuzlarından başlarına doğru çapraz olarak dürbün çanta asmış bulunduklarından bunların yolcu ve diğerinin ise İstanbul’da her gün gezilen kıyafette olmasıyla onun da teşyici17 olduğu anlaşıldı.
Şu iki yolcu bizim Suphi ve Hicabi beyler olup yanlarındaki teşyici de Hicabi’nin biraderi idi. Bunlar vapura çıktıkları zaman birader bey de kendisinin son derece kolaylıkla kaldırabilmesinden hafiflik derecesi anlaşılan bir yol sandığını omuzlayıp vapura çıktı. Kendilerini derhâl karşılamış olan güverte zabitine Suphi Bey elindeki biletleri gösterince zabit İngilizlerin pelesengi olup “evet” manasında olan “yes” sözünü iki dişleri arasından fışkırtarak yolcuların önlerine düştü.
Bunlar kıç tarafında bulunan bir kamaraya vardılar. Burada Hicabi Bey “Aman ne pis kamara!” diye bir hayret tavrı gösterdi ise de Suphi Bey “Kamaranın güzeli Fransız ve Avusturya vapurlarında bulunur. Ucuzu da işte böyle olur!” diye arkadaşını susturdu.
Yol sandığını kamaraya koyduktan ve yatacakları yatağın da ne derecelerde yatılabilir bir şey olduğunu görmek için şöylece bir inceledikten sonra arkadaşlar vapurun hareketini görmeye, güverte üzerine çıktılar. Hâlbuki baş tarafta galdır galdır demir almaya başladıklarından bu seyirleri çok zaman sürmeyecekti.
Dolayısıyla Hicabi Bey biraderi ile öpüşerek ayrılık kederiyle ikisi de kederlenip ağlaşarak Hicabi “Kız kardeşime ve çocuklara selam söyle! Sen de onlar hakkındaki muhabbet ve şefkat ile ev işlerini görmede aymazlık etme!” öğütlerini tekrar ettikten sonra Suphi Bey ile de vedalaşmaya geldiği zaman Suphi demişti ki:
“Benim selam gönderecek kimsem yoktur. ‘Hatırdan çıkarmayınız.’ diyecek olsam bence bu da o kadar mühim bir şey değildir. Sizi Allah’a ısmarladık vesselam!”
Kardeşi gittikten sonra Hicabi Bey’in ağlaması bir zaman daha sürdü. O aralık vapurun da hareket etmesiyle Suphi Bey arkadaşının yanına gelerek dedi ki:
“Artık vapur hareket ettiğinden şimdiki hâlde biz mukim değil seyyah demeğiz. Seyyah kısmına ağlamak yakışmaz!”
“Ah birader! Sen ne kadar mutlusun! Dünyada bir dikili ağacın bile yok.”
“Mutlu muyum? Mutsuz muyum? Onu kim bilir? Bazı kimselere göre saadet çoluk çocuk sahibi olmakta imiş. Diğer bazılarına sorarsan dünyanın en büyük belası çoluktan çocuktan ibaretmiş. Fakat şu saatte ağlamadığıma bakılırsa yine şu saat için benim senden daha fazla mutlu olduğuma hükmedilebilir.”
Vapurun İstanbul’dan hareketi esnasında Suphi