“Telefonlara cevap vermiyor… Evde de yok?” dedim.
“Yok,” dedi.
Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi, sigarayı tutan elimi indirdim, öbür elimle fincanımı ağzıma götürdüm. İçmedim ama.
“Ortadan kaybolması için bir neden gelmiyor aklına yani?”
“Gelmiyor,” dedi Kemal Arsan. “Her şey yolunda gibiydi. Beni telaşlandıran da bu esas.”
“Hastanedeki meslektaşlarından başka arkadaşını tanımıyor musun?” dedim. Fincanı yerine bıraktım. Sigarayı burnuma götürdüm. Yanmamış sigara da koku salıyordu genzinize doğru. Daha duru, saf, zararsız, kisveli bir koku.
“Yalnızca bir arkadaşını tanıyorum,” dedi. “O da hemşire. Özel çalışıyor. Evde hasta falan bakıyor. Bayağı meşhur bu işte, hiç boş kalmaz.”
“Ne kadar yakınlar?” dedim. “Begüm Kalyon’la bu arkadaşı… Adı neydi?”
“Firdevs,” dedi Kemal Arsan. “Soyadını bilmiyorum.”
“Telefonu vesaire…”
“Telefonunu bilmiyorum. Evini biliyorum bir tek. İki kere gitmiştik. Yakınlık derecelerini bilmiyorum. Öyle lafladık o gece…”
“Anladım,” dedim. Yanmamış sigaramı ağzıma iliştirdim. Ucunu ıslatmamaya özen gösteriyordum.
Bir an ikimiz de ne söyleyeceğimizi bulamadık. Sorsam mı sormasam mı diye düşünüyordum. Sormaya karar verdim sonra. Elimi paketimin yanındaki kibrit kutusuna götürdüm. İçinden bir kibrit aldım. Kimyasal sürülmüş kenarına sürtmeden sordum.
“Sevgilini bulduğumda ona ilk ne söyleyeceksin?” dedim.
2. BÖLÜM
“Çok kişisel bir soru değil mi bu?” dedi.
“Değil,” dedim. “Soruşturmanın bir parçası…” Yüzümde ciddi bir ifade vardı sanıyorum. Doğruydu söylediğim.
“Bilmem,” dedi. “Hiç düşünmedim. Ne bileyim. O anda içimden ne gelirse onu söylerim herhalde.”
“Pekâlâ,” dedim. Hazırdaki kibrit çöpünü kutunun kenarına sürttüm. Bu kez de henüz acemi bir merminin patlarken çıkardığı kokuya benzer bir koku geldi burnuma. Hafif, geçici, kesif olmayan.
“Doğru cevabı verdim mi?” dedi Kemal Arsan.
“Son derece,” dedim kibriti elimi sallayarak söndürdükten sonra. “Son derece doğru bir cevap verdin.”
“Şimdi ne olacak?” dedi.
“Sevgilini bulacağım,” dedim. “Bu arada sen onu ilk gördüğünde ne söyleyeceğini düşün.”
“Bu kadar mı?” dedi. “Bana soracağınız, edeceğiniz?”
“Bu kadar,” dedim. “Elbette bana telefon numaralarını, adresleri filan söyledikten sonra.”
On dakika sonra Kaktüs Kahvesi’nin İmam Adnan Sokağı’na bakan duvarına sırtımı dayamış sigara içiyordum. Belediye zabıtalarıyla itişiyorlarsa bu onların sorunuydu. Ben kahvelerinden memnundum. Gerisi beni ilgilendirmezdi. Kemal Arsan sıraladığı cadde sokak adlarını, telefon numaralarını bir yere not etmeyişime şaşarak konuşmuş, ona açıklama yapmadan dinlemiştim. Sonra kalkmış, bu kez İstiklal Caddesi’ne doğru yürüyüp kalabalığın içinde kaybolmuştu. Taksim tarafına.
Evet, kendime yeni bir meşgale bulmuştum. İşe nereden başlasam önce diye hiç düşünmüyordum. Beni bu işi almaya teşvik eden neden üzerine de düşünmüyordum. Biliyordum çünkü. Para değildi. Düşündüğüm şey, beni yeniden sokaklara düşüp sorduğum sorulara yalan yanlış cevaplar verecek insanların üstüne salan bu kararımın arkasındaki teşvik edici nedene nasıl bu kadar az direndiğimdi. Her müşterimde olduğu gibi gerçeği eksik anlatan müşterimin üzerine neden gitmediğimdi.
Hepimiz insanız dedim sonra kendi kendime. Dünyanın bütün Remzi Ünal’ları dahil.
Sigaramı yere attım. Üzerine basmadım. İçeri girip hesabı ödedim. İlk durağımın neresi olduğunu biliyordum. İki yan sokaktaki berberi elimle koymuş gibi bulacağıma inancım tamdı.
Berberi buldum. Biraz zor oldu ama buldum. Beyoğlu’nun değişime en fazla yenilmiş sokaklarının birinde, değişime direnmek tek varlık nedeniymiş gibi duran küçük bir dükkândı. Daha önce içine hiç girmemiştim. Ayhan Işık bıyıklı berber, gerdanı çenesiyle birleşmiş bir adamı tıraş ediyordu. Üzerinde bir ölçek deterjanı en son bir hafta önce görmüş gibi duran bir önlük vardı. Beni üzmedi bu. Biri boş iki ihtiyar berber koltuğunun neredeyse bir adım gerisindeki duvara yaslanmış uzun, deri bir kanepe vardı. Adını vermeye utandığım otelin girişindeki kanepeden en az iki kuşak daha yaşlıydı. Dükkânın bittiği duvarın dibinde, içindekileri elevermeyen küçük bir alüminyum tencere, boyası kaçmış bir piknik tüpünün üzerinde duruyordu.
“Çok uzar mı işin usta?” dedim içeri adımımı atar atmaz.
Ayhan Işık bıyıklı berber baştan ayağa süzdü beni. Sonra yüzüme baktı. Daha doğrusu günü çoktan geçmiş sakallarıma. Beğenmiş gibi başını salladı.
“Sürmez çok beyim,” dedi. “Buyur, otur biraz, bitiyor hemen.”
Deri kanepenin kenarına oturdum. Yayları kendinden geçmişti epeyce, gömülüyordunuz. Gerdanı çenesiyle birleşmiş adamın kafası kabaktı. Berber değil, doğa ve yılların eli değmişti bir zamanki saçlarına. Aynadan gözlerinin kapalı olduğunu görebiliyordum. Gözkapakları en az gerdanı kadar heybetliydi. Üstdudağını yeni şekillendirilmiş yeniçeri bıyıkları süslüyordu.
“İçer misin bir çay beyim?” dedi berber müşterisinin önüne serdiği havluyu toparlarken. Cevabımı beklemeden dükkânın içinde yürüdü, havluyu piknik tüpünün yanındaki hasır bir sepete attı.
“Eyvallah,” dedim. “Sağ olasın ama zahmet etme. Yeni kalktım kahveden.”
“İyidir ama çayı bizim Hüso’nun,” dedi.
“Teşekkür ederim, iyiyim böyle.”
Dünyanın en önemli fırsatını kaçırmışım gibi başını iki yana salladı. İşine döndü. Ben kanepenin solunda duran sehpanın üzerindeki gazeteyi aldım.
Gazete ilk sayfasından son sayfasına kadar berber gazetesiydi. Dünya her sayfadaki yarı çıplak kızların üzerinde dönüyordu. Silahsızlanma yerine üstsüz güneşlenen Alman kızın bombalarıyla, nüfus artışı sorunu yerine bacağı kasıklarına kadar çarşafın altından çıkan şarkıcının hamile olup olmadığıyla, Türkiye’nin Batılılaşma süreci üstüne de şortlu ama başı türbanlı bir kızın fotoğrafıyla aydınlanıyordunuz. Gazeteyi yerine bıraktım.
Bir süre sonra gerdanı çenesiyle birleşmiş adam ayağa kalktı. Aynada kendine baktı uzun uzun. Beğendi kendini.
“Beyim, buyurun,” dedi berber bana koltuğu kolayca oturmam için çevirerek.
O işini bitirdiği müşterisinden ücretini alırken ben yerime yerleştim. Ayaklarımı koltuğun alt tarafındaki basamağa koydum. Geriye yaslandım. Kendime baktım gördüğüm en büyük LED TV ekranından daha da büyük aynada. Sırları yer yer dökülmüştü ama yine de ne mal olduğunuzu gösteriyordu.
Çok şey görmüş ama unutmuş gözler, duyduklarının yarısından