Hay Allah dedim içimden. Çok da kısa olmayan meslek hayatımda, gözlerinde bir iki damla yaşla yanağımdan öpen genç kızları hatırladım. İçinde oldukları pislik çukurundan kurtulduklarında yüzlerinde beliren pırıltıyı. Söyleseler de söylemeseler de beni bir daha hiç unutmayacaklarını apaçık belli eden bakışlarını.
Yardım isteğini reddettikten birkaç saat sonra öldürülen “yeni başlayan kız”ın arabamdan inerken bana gönderdiği son bakışı hatırladım.
İstesem de istemesem de Yıldız Turanlı’yı hatırladım.
İhtiyarladın Remzi Ünal dedim kendi kendime. Ayağa kalktım. Dışarı çıktım. Aşağıya doğru yürümeye başladım. Uzun boylu garson hesabı taktığımı düşünmezdi, biliyordum. Bir zamanlar öldürülmüş bir kızın doğum gününü kutladığımız türkü barın hizasındaydı sarışın doktor. Yerinde yeller esiyordu şimdi barın. Galiba bir dövmeci olmuştu. Hızla yürüdüm. Seslenme mesafesinde bağırdım.
“Doktor, doktor, dur biraz.”
Doktor lafına sokakta oyalanan birkaç kişi kafasını çevirdi. Onlara bakmadım. Sarışın doktor beni duymamıştı. Yeniden seslendim.
“Doktor, dur biraz. Bekle, konuşalım.”
Duymaması mümkün değildi ama duymadı. Daha da hızlandım.
“Aradığını bulduysan ben döneyim,” diye bağırdım.
Bunu duydu galiba. Durdu. Geri döndü. Beni görünce yüzünde hakiki bir gülümseme belirdi. Ellerini iki yana açtı. Gülümsemesine bir soru işareti ekledi sonra.
İki adım daha atıp yanına yaklaştım. Soluğumu denetlemeye çalıştım. Evet, ihtiyarlıyorsun dedim kendi kendime bir kez daha.
“Bir dakika,” dedim. “Nereye gidiyorsun böyle basıp?”
Cevap vermeden yüzüme bakmaya devam etti.
“Gel, oturup konuşalım biraz,” diye devam ettim. “Belki bir şeyler yapabiliriz.”
Başını salladı. Yere bakarak yanımda yürümeye başladı. Kaktüs’ten içeri girene kadar konuşmadık.
Yarısı boş kahve fincanım ve bira bardağı masada duruyordu. Demin oturduğumuz yerlere oturduk. Uzun boylu garson kapıdan ikimize birden baktı.
“Ne istersin?” dedim.
“Onu bulmanızı,” dedi espri yapınca anlaşılmasını bekleyenlerin yüz ifadesiyle.
Uzun boylu garsona bir kahve daha işareti yaptım. Doktora döndüm sonra.
“Anlat,” dedim.
“Ne anlatayım?” dedi.
“Baştan anlat,” dedim.
“İşimi aldınız mı?” dedi.
“Bilmem,” dedim. “Sen anlat yine. Kimsin? Sevgilin kim? Şu bu… Polise gitseydin ne anlatacaksan öyle anlat.”
“İşi aldınız mı?” dedi sarışın doktor. “Önce bu konuda anlaşalım. Bir kez daha hayal kırıklığına uğramak istemiyorum. Sonra ne istiyorsanız anlatırım.”
Başımı iki yana doğru salladım. İhtiyarlamanın iyi bir fikir olduğuna ilişkin kuşkularım hafifçe artmaya başlamıştı. Dönüşü yok ama dedim kendi kendime.
“Tamam,” dedim. “İşi alıyorum. Anlaşmadan kastın imzalanacak bir sözleşme falansa öyle şeyler yok bende. İşimi bildiğim gibi yaparım. İş bulaşırsa önce kendi kıçımı kurtarmaya bakarım. İstanbul’un en iyi özel dedektifi olduğumu sana kim söylediyse bunları da söylemiştir mutlaka.”
Başını salladı.
“Bana söylediklerini elimden geldiğince başkalarına söylemem. Başkalarının söylediklerini de sana. Fotoğraf makinesi, ses kaydı, telefon dinleme falan yapmam. Paranın karşılığında makbuz vermem, sonuç vermeye çalışırım.”
Yeniden başını salladı.
“İşimi iyi yapabilmem için karşılığını aldığıma inanmam gerekir,” dedim.
Başını bir kez daha salladı. Yüzüme baktı. Fiyatımı söylememi bekliyordu.
Söyledim.
“Ne kadar ödeyebilirsin?” dedim.
“Ne?” dedi.
Bu kez her hecenin arasına normalden fazla boşluk bırakarak konuştum.
“Ne kadar ödeyebilirsin dedim,” dedim.
Yüzü doktorun duvardaki diplomasının sahte olduğunu öğrenmiş bir hastanınki kadar şaşkınlık içindeydi.
“Yani?” dedi.
“Epeydir iş almadığımı söylemiştim,” dedim. “Benim yaptığım türden hizmetlerin mertebesini kaybettim. Sana soruyorum. Ne kadar ödeyebilirsin?”
Elini biçimli kesilmiş sarı saçlarının içinden geçirdi. Şampuan reklamlarındaki gibi neredeyse ağır çekim yerlerine oturdu saçları. Omzumun üstünden Kaktüs Kahvesi’nin penceresinden içeri baktı bir kez daha. Bekledim.
“Iıııı…” dedi. “Ne bileyim… Biraz düşünsem, sonra söylesem.”
“Hayır,” dedim. “Şimdi.”
Kafasını iki yana salladı. “Hayır” anlamında sağa sola değil, yana, önce sol omzuna doğru, sonra sağ. Yüzünü buruşturdu kendi söylediğini kendisi de beğenmemiş gibi.
“Son işinizde aldığınıza yüzde on enflasyon payı ekleyin, tamam.”
İçimden gülümsedim. Bizim doktor hiç de saf değildi. Küçük bir hesap yaptım. Çıkan rakamı söyledim. İkinci el otomobil satan bir galericinin donukluğuyla.
Hiç duraksamadı.
“Anlaştık,” dedi.
“Anlaştık,” dedim. İçimden bir kez daha gülümsedim.
Uzun boylu garson kahvemi getirmişti. Oradan ayrılmadan sordum.
“Bir şey istemediğinden emin misin?”
Başını salladı.
Kahvemden bir yudum aldım. Sonra bir yudum daha. Dinlemeye hazırdım. Beklentiyle yüzüne baktım.
Bekletmedi.
“Adım Kemal,” dedi sanki açıklaması çok zor bir şey söylüyormuş gibi. “Kemal Arsan. Anladığınız üzere doktorum. Dahiliye. Mecidiyeköy’de, Ortaklar Caddesi’ni kesen sokaklardan birine konuşlanmış bir özel hastanede çalışıyorum. Söz konusu hatun aynı yerde hemşire. Askerliğimi yaptım.”
Esprisine gülmedim.
“Adı?” dedim.
“Begüm.”
“Soyadı?”
Bir an durakladı. Alnı kırıştı. Sonra gevşedi yüzü.
“Kalyon,” dedi. “Begüm Kalyon.”
“Devam,” dedim, kahvemden bir yudum daha alarak. Şimdi bir sigara iyi gelirdi.
“Ne bileyim…” dedi. “Altı ay falan oldu biz takılmaya başlayalı. Gizli tuttuk. Söylediğim nedenden.”
“Sorması