“Remzi abi!” diye seslendi arkamdan.
Döndüm.
“Sende bir değişiklik var bugün Remzi abi,” dedi. “Ne ayak?”
Yüreğimin hopladığını nereden anladı diye düşündüm cevap vermek için geriye dönerken. Emre Yeğenoğlu’na baktım ne demek istediğini açıklasın diye.
“Yani, Remzi abi,” dedi. “Arayanlardan biri kadın deyince o Remzi abi gitti, başka bir Remzi abi geldi yüzüne, ondan şey ettim. Hani tıraş mıraş olmuşsun…”
Epey bir zamandır ortada olmayan Remzi Ünal’ın nerelerden çıkıp geldiğini ona anlatmamın pek gereği yoktu. Bir an, ama kısacık bir an umutlandığımı ama araması beni mutlu edecek kadının bu gariban otelin telefonunu bilmediğini iki salise sonra hatırladığımı itiraf etmenin de.
Omuzlarımı silktim yalnızca cevap yerine. Döndüm.
Merdivenlerin birinci katını çıkarken ilk nota baktım. Kadının adını doğru yazmıştı. Yanında saat bilgisi vardı. Evden çıktıktan sonra, belki bir taksiye atlayıp Beşiktaş’a inerken aramış olabilirdi beni. Olan biteni biraz sindirdikten sonra. Zaman aralığı böyle söylüyordu. Bu telefonun söylediği başka bir şey daha vardı. İki kızın gözünde de geçmiş olmalıydım güven sınavından.
Bu iyi dedim kendi kendime. Sivaslı’dan doğru dürüst bir bilgi edinememiştim. Kerestelere indirdiğim iki üç darbe karşılığında biraz güven fena alışveriş sayılmazdı.
Hayat böyleydi işte, bir şey verirsen o da bir şey verirdi sana. Kesin verirdi.
Emre Yeğenoğlu tırnak içine almıştı Begüm Kalyon’un söylediklerini. Yazısı doktor yazısından biraz daha halliceydi ama okunuyordu.
“Remzi Bey, teşekkür ederim. Lütfen bu akşamüstü saat beşte Profilo’daki Starbucks’a gelin. Sizinle konuşmak isterim.”
Saatime baktım. Vaktim vardı. Epeyce vaktim vardı.
Odamın önüne gelene kadar öteki kâğıda bakmadım. Hafif gülümseyerek yürüdüm eprimiş halılı koridorda. Hayat bir değil iki şey vermişti. Daha iyi dedim kendi kendime. Birtakım önemli sorulara cevap alabilirdim belki. Alsam iyi olurdu. Almalıydım.
Kapımın önünde dikilip ikinci not kâğıdını okudum. Aynı düzendeydi. Arayan Kemal Arsan’dı. Manhattan Medical’den ayrılıp taksiye bindiğim sıralarda aramıştı. Aynı elyazısı şöyle diyordu:
“Bir gelişme olup olmadığını merak ettim. Olursa bildirir misiniz?”
Anahtarımı kilide sokarken, “Oldu!” dedim kendi kendime kocaman bir ünlemle. Hem de nasıl.
İçeri girdiğimde odam gözüme ilk kez bu kadar sefil gözüktü. Geceler boyu manasız varlığımı taşıyan yatak düzeltilmişti düzeltilmesine ama üzerinde rakı ve soğan kokulu nefesimi taşıyordu sanki hâlâ. Sağa sola attıklarım hizaya gelmişti. Açık bırakılmış pencereden şehrin arka bahçesinin sesleri geliyordu. Üst ve yan odalardan sesler gelmesi için daha erkendi.
Üzerimdekileri hızla çıkardım. Biriyle beraber girsek sığamayacağım banyoya attım kendimi. Hırsla yıkandım. Önce dayanabildiğim kadar sıcak, sonra soğuk suyla. Dirildim. İyi dirildim.
Çıkınca üstümde yalnızca düzineyle aldığım yeni donlardan biri, yatağın üzerine oturdum. Cebimdekileri koyduğum komodinin üstündeki telefonun ahizesini elime aldım. Derin bir nefes aldım, bıraktım. Sonra tuşladım Kemal Arsan’ın cep telefonunu.
Hemen açıldı.
“Doktor Kemal Arsan,” dedi telefondaki ses.
“Benim,” dedim. “Remzi Ünal. Aramışsınız.”
“Evet, evet,” dedi Kemal Arsan sesinde belirgin bir heyecanla. “Var mı bir haber?”
“Haber çok,” dedim.
“İyi mi kötü mü?” dedi sesimden ne anladıysa.
“Çok iyi değil,” dedim.
“Ne oldu, hayırdır?”
“Telefonda anlatmasam…” dedim.
“O kadar kötü mü?” dedi.
Adını bilmediğim bir genç adamın ölümünü hafifletecek bir anlatım biçimi bulamadım elbette. Konuyu değiştirmeyi tercih ettim.
“İyi haberim de var,” dedim. “Begüm Hanım’ı bulma ihtimalim var.”
“Ne demek ihtimalim var?” dedi Kemal Arsan.
Akşamüstü buluşacağımı söylemek istemedim. İşimi böyle kolaylıkla yaptığım izlenimini edinmesi işime gelmezdi. Sonra birtakım pazarlıklara yol açabilirdi.
“İşler yolunda giderse bulabileceğim, demek,” dedim.
Karşıdan cevap gelmedi bir an. Bekledim.
Kemal Arsan tereddüt ifade eden duraksamalarla konuştu.
“Remzi Bey…” dedi. “Bir cep telefonu alsanız? Haber vermeniz daha hızlı olurdu önemli bir şey olduğunda.”
“Bulduğumda Begüm Hanım’ın telefonundan haber veririm,” dedim. “Numaranızı silmediyse.”
Galiba sinirlendi. Sesine aniden hâkim olan titremeden anladım bunu.
“Tamam, tamam,” dedi. “Bekliyorum haber. Kolay gelsin.”
Sonra hat kesildiğinde duyduğunuz kesik biplemelerle baş başa kaldım. Ahizeyi yerine bıraktım.
Komodinin üstündeki saatime baktım. Zamanım vardı. Epeyce.
Bir günde iki antrenmana katılan birisinin yapacağı en akıllıca şeyi yapmaya karar verdim. Pencere hâlâ açıktı, üzerine nevresim geçirilmiş ince battaniyenin altına kıvrılıverdim.
Bir kere daha haklı çıkmıştım. Rakı ve soğan kokuları hâlâ yastıktaydı.
Pencereden gelen bağrışmalarla uyandım. İki kadın kavga ediyordu. Sokağın kadınlarıydı galiba. Öyle tiz seslerle bağırıyorlardı ki kavganın konusunu anlayamadım. Saate baktım. Zamanıydı. İçimden teşekkür ettim kadınlara.
Yüzümü yıkadım. Giyindim. Evde olsam kahve içerdim.
Koridorlardan, merdivenlerden daha önce hiç yürümediğim kadar tempolu yürüdüm. Birbiri ardına dizilen kapıların arkasında kimlerin olduğuna akıl düşürmeden. Starbucks’ın kapısının ardında ne bulacağımı merak ediyordum yalnızca.
Emre Yeğenoğlu yerindeydi. Gözünü televizyondan bana çevirdi. Galiba bir evlilik programı izliyordu.
“Vay, Remzi abi,” dedi. “Randevuya ha! Güzel mi bari kadın?”
Cevap vermedim. Begüm Kalyon’un yüzü hakkında bir fikrim vardı ama karşımda otururken daha dikkatli bakacaktım.
Adını vermekten utandığım otelin camı kırık kapısından çıktım. Kavga eden kadınlar ortalıkta yoktu. Yürüdüm. İlk sokaktan aşağı, Tarlabaşı Bulvarı’na doğru yöneldim. Ağır ilerleyen trafiği muhtemel yolcuların gözüne bakarak daha da ağırlaştıran taksilerden ilk rastladığıma bindim.
Bu taksicinin kendisi de sigara içiyordu. Ona katıldım.
Açtığım pencereden giren havanın tazeliğini yol boyunca kirlettik taksiciyle beraber. Allah’tan radyosunda abuk sabuk şeyler çalmıyordu. Birbirimize lafla dokunmadan sessizce ilerledik. İkimizin de düşünecek şeyleri vardı demek ki.
Profilo Alışveriş Merkezi’nden yüz metre önce