Begüm Kalyon olabilecek tek başına bir kadın yoktu. Firdevs Işın’la karşı karşıya ya da yan yana oturan bir kadın da yoktu.
Saatime baktım. Biraz daha bekleyebilirdim. Kadınlar randevularına gecikebilirdi. Begüm Kalyon’un dakik birisi olup olmadığını henüz bilmiyordum.
Profilo Starbucks’ın ortasında, çıtır sevgilisi buluşmaya gelmemiş orta yaşlı bir çapkın gibi kalakaldığımı hissettim. Begüm Kalyon içerideyse gözden kaçırma ihtimalim yoktu, onu biliyordum. Dört beş saat önce olanlara bakılırsa benimle görüşmek isteğinin hakiki olduğunu da tahmin edebiliyordum. Ama yoktu.
Bir yandan gözlerimle oturabileceğim boş bir yer ararken, servis bankosuna doğru ilerledim. Önümdekini beklerken karşımdaki kahve seçeneklerine baktım.
Kahvemi söyledim saçları gözünün üstüne düşmüş kıza. Adımı sorduğunda, “Murat Davman,” dedim. Nasıl olsa okumamıştı Ümit Deniz’i. Teslimat kuyruğunda beklerken gözüm kapıdaydı.
Kahvemi alıp gözüme kestirdiğim boş masaya oturdum. Yanımdaki masada oturan adamın bütün benliği önündeki laptoptaydı. Ne yaptığı bulunduğum açıdan görünmüyordu. Arkamda iki kadının dedikodularını duyabiliyordum oysa. Konu daha ince sesli olanın erkek arkadaşının attığı edepsiz telefon mesajlarıydı.
Sıcak ama çok sıcak kahvemden dikkatle öksüz bir yudum aldım. Burada sigara içilmiyordu.
Gözüm kapıdaydı.
Gelip gelmeyeceği belli olmayan insanları ne çok beklediğimi düşündüm. Ya kahve ya sigara olurdu elimde, ya da ikisi birden. Arabanın içinde oturduğum da olurdu, çöp konteynerlerinin yanı başında dikildiğim de. Önümden ordular da geçerdi, sekiz dakikada bir kişi de.
Beklerdim.
Bazen içimden sayardım beklerken. Yüze kadar, iki yüze kadar, üç yüze kadar. Önü sonu belirsiz bir zamanı dilimlere böler, her birini tek tek göğüslerdim. Biri bitince diğeri gelsin derdim. Biri biter, diğeri başlardı. Yüz sayıncaya kadar beklemek kolaydı.
Kahvemden bir yudum daha aldım.
Arkamdaki kadınlar Can Bonomo’yu çekiştirmeye başladılar sonra. Eurovision tarihimiz bilgilerini tazeledim sayelerinde. Yanımdaki laptopunu öfkeyle kapadı.
Starbucks’a girenler oldu, çıkanlar oldu. Begüm Kalyon girmedi.
Saatime bir kez daha baktım. Kahvemden başka yudumlar aldım. Begüm Kalyon gözükmedi.
Cep telefonum olsaydı arardım şimdi diye düşündüm.
Cep telefonum olsa belki beni arardı diye düşündüm sonra.
“Efendim?” dedim sonra yüzümde galiba salak bir gülümsemeyle. Cep telefonum yoktu ama cep telefonuyla konuşuyordum.
“Çoktandır görüşmüyoruz,” dedi sesini şuracıkta duysam havalara uçacağım ses.
“Evet,” dedim. “İyi olmadı bu.”
“Bence de,” dedi.
“Ne yapsak?” dedim.
“Görüşsek,” dedi.
“Ne iyi olur,” dedim.
“Neredesin?” dedi her söylenenin ardında söylenmeyeni keşfetmeye eğitilmiş ses.
Nerede olduğumu düşündüm bir an. Doğruyu söylemeye karar verdim.
“Profilo Starbucks’ta,” dedim. “Ortalıktan kaybolan birisini bekliyorum.”
“Yine mi?” dedi.
“Ne yapayım, işim bu,” dedim.
“İşini sevmiyorum,” dedi söylediklerinin arkasına söylemek istediklerini yerleştirmekte usta ses.
“Biliyorum,” dedim.
“O yüzden mi sesin soluğun çıkmıyor?” dedi.
“Yok, önceleri öfkeliydim,” dedim.
“Bana mı?” dedi.
“Sana, kendime, dünyaya,” dedim.
“Dindi mi öfken?” dedi. “O yüzden mi aramaya başladın beni?”
Son sorusuna cevap veremedim. Ellerim gitgide soğuyan kâğıt kahve bardağımda, gözlerim kapıda otururken, içeri biri tanıdığım, diğeri tanımadığım iki kişi girmişti.
Tesadüflere elbette inanmam.
Begüm Kalyon’u beklerken Starbucks’tan içeri yanında birisiyle Ayla Duman’ın girmesi tesadüf olamazdı.
Üzerinde hastanede giydiği kocaman cepli üniforma bozması yerine bileklerine kadar uzanan çiçekli bir elbise vardı. Yukarıdan aşağı dümdüz iniyordu. Saçlarını açmıştı. Omzundan açık yeşil örgülü bir çanta sarkıyordu. Manhattan Medical’deki kadar güzeldi.
Yanındaki adam babası yaşındaydı neredeyse.
İlk bakışta ince süet deriden açık kahverengi ceketi çarpıyordu. İçinde bir açık tondan yakasız bir gömlek giymişti. Ortadan açılmaya başlayan saçları yaşından beklenmeyecek kadar siyahtı. Yüzünde yaptığı her şeyden memnun adamların ifadesi vardı. Yuvarlak bir yüzün üstünde yerli yerinde olmaktan başka özellikleri olmayan gözler, kaşlar, burun, dudak. Toplamı çok sevimli bir surat ortaya çıkarmıyordu.
İçeri birisini aradıkları besbelli bakışlarla girdiler. Beni aramıyorlardı elbette, görmediler.
Tıpkı benim yaptığım gibi ağır adımlarla çevreye bakarak ilerlediler. Masamın yanına geldiklerinde gözleri başka masalardaydı. Aradığını bulmamış gözler.
“Begüm Hanım daha gelmedi Ayla Hanım,” dedim tam diz hizamdayken. “Otursanıza.”
Ayla Duman adını duyunca irkildi. Gözlerini bana indirdi. Bir kez daha irkildi kim olduğumu görünce. Omuzları gerildi.
“Buyurun, buyurun,” dedim epeydir görmediğim iki dostumu davet edercesine.
Ayla Duman çantasını bir omzundan ötekine aldı. Yanındaki adama baktı hızla, sonra bana yeniden.
“Beraber bekleriz Begüm Hanım’ı,” dedim.
Nihayet konuşabildi.
“Ne arıyorsunuz burada?” dedi. “Begüm sizi de mi çağırdı?”
Aferin ulan Remzi Ünal dedim içimden. Tutturdun.
“Beyefendi?” dedim yanındaki adama gülümseyerek. “Tanıştırmayacak mısınız?”
Ayla Duman şaşkınlığını üstünden atmayı biraz başarmıştı. Yanındaki adama döndü. Eliyle tanıştırma hareketleri yaptı.
“Remzi Bey,” dedi. “Bugün hastanedeydi. Bir çekap konuştuk. Doktor İsmet Bey. Bölüm şefimiz.”
Ayağa kalktım. Elimi uzattım adama. Kupkuruydu elleri.
“Otursanıza doktor bey,” dedim. “Lütfen.”
Ayla Duman’la doktor bakıştılar. Önce Doktor İsmet karar verdi oturmaya galiba. Ayla Duman karşıma, doktor yanıma yerleşti.
“Begüm’ü nereden tanıyorsunuz?” dedi sonra.
Hangi cevabı vereceğimi düşündüm hızla. Uslu cevap, yaramaz cevap… Birileri benden önce yaramazlığa başlamıştı, biraz da ben karıştırabilirdim ortalığı.
“Özel dedektifim ben,” dedim. “Begüm Kalyon’u müşterim adına arıyorum. Henüz tanışamadık kendisiyle ama.”
Ayla Duman hiç de