Yıldız daha da büyüyordu. Daha büyük, daha sıcak, daha parlak… Tropik okyanuslar fosforunu kaybetmişti. Hiç ara vermeden etrafa vuran kara dalgalardan yükselen buhar bir hortum oluşturmuş, kaosu daha da artırmıştı.
Sonra tuhaf bir şey oldu. Önceki günler yıldızı izleyen Avrupalılara göre dünya artık dönmüyordu. Sellerden ve yıkılan evlerden kaçmaya çalışan yüz binlerce insan, anlamsızca yıldızın yükselmesini bekliyordu. Korkunç bir belirsizlik içinde geçiyordu saatler ama yıldız yükselmiyordu. İnsanlık, sonsuza kadar kaybettiklerini sandıkları takımyıldızlarına çevirdi gözünü. İngiltere’de gökyüzü, sıcak ve bomboştu ve yer, sürekli titriyordu. Ama tropikal kuşakta buharın arasındaki boşluklardan Sirius, Arabacı ve Aldebaran görünüyordu. Normalden neredeyse on saat sonra yıldız yükseldiğinde ise hemen arkasından güneş de yükseldi. Beyaz kalbinin tam ortasında siyah bir disk bulunuyordu.
Yıldız, tam da Asya’nın üzerindeyken gökyüzünün hareketinin gerisinde kalmaya başlamıştı ve Hindistan’ın üzerinde asılı kaldı, ışığı azalmaya başladı. O akşam, İndus Nehri’nden Ganj Nehri’ne kadar Hindistan’ın tüm ovaları, parlak sulardan oluşan, orada burada üstü insan dolu büyük tapınakların, sarayların, tepelerin bulunabileceği sığ çöllere dönüşmüştü. Her yükselti, kargaşa ve çaresizlik içinde, tek tek suya düşen insanlarla doluydu. Bütün kıta ağlıyor gibiydi. Sonra bir gölge, soğuk bir nefes geçti umutsuzluk fırınının önünden. Serinleşen havada yükselen buhar birleşip bir bulut topluluğu oluşturmuştu. Neredeyse kör olmuş insanlar yıldıza bakıp kara diskin daha da büyüdüğünü, ışığı gitgide daha çok kapladığını gördü. Aydı bu siyah disk. Yıldız ve Dünya’nın arasına girmeye çalışıyordu. Bu kısacık anda bile Tanrı’ya dua ediyordu insanlar. Tam o sırada, olağandışı bir hızla güneş yükselmeye başladı. Sonra yıldız, ay ve güneş hep birlikte göklere doğru ilerlemeye başladılar.
Hemen sonra, Avrupalı seyircilerin şahitliğinde, güneş ve yıldız birbirine yaklaştı, bir süre yan yana ilerledi, yavaşladı, yavaşladı, durdu ve en sonunda tek bir devasa ateş topuna dönüştü. Ay, artık yıldızın ışığını engellemiyordu, gökyüzünün görkeminde kaybolmuştu. Hayatta kalanların çoğu, olayları boş gözlerle izliyorlardı. Herkes açtı, yorgundu. Kavurucu sıcak ve onunla birlikte gelen umutsuzluk hâkimdi yeryüzüne. Yine de gökyüzünde neler olduğunu kavrayabilen bazı insanlar vardı. Dünya ve yıldız birbirlerine en yakın oldukları noktayı atlatmış ve birbirlerini etrafa savurmuşlardı. Çoktan küçülmeye başlamıştı yıldız. Yolculuğunun son safhasında Güneş’e doğru gidiyordu.
Sonra bulutlar toplandı, gökyüzündeki hareketler artık görünmüyordu. Fırtına ve şimşekler, bütün dünyayı kaplayan bir örtü oluşturdu. İnsanlığın daha önce hiç görmediği şiddette bir yağmur başladı. Yanardağların hüküm sürdüğü yerlerde çamur parçacıkları yağıyordu bulutlardan. Her yeri kaplayan su, ardında çamur kaplı döküntüler, ölü insan bedenleri ve bozulmuş bir zemin bırakarak akıp gidiyordu. Günlerce her yerde akan su, önüne çıkan ağaçları, evleri, toprağı beraberinde götürüyor ve tek bir yerde koca bir yığın haline getiriyordu. Yıldızın ve sıcaklığının kaybolmasıyla gelen karanlık günlerdi bunlar. Depremler aylar boyunca devam etti.
Ama en azından yıldız geçip gitmişti. Aç ve cesaretini toplamaya başlamış insanlar, yıkılmış şehirlerine, gömülmüş ambarlarına ve sular altında kalan tarlalarına dönebilirlerdi. Fırtınalardan kaçmayı başarmış birkaç gemi, önceden tanıdıkları limanlardan geçip hepsinin tanınamaz hale geldiğini görüyorlardı. Ve fırtınalar yatışınca havanın, yıldızdan öncesinden daha sıcak olduğunu, Güneş’in daha büyük olduğunu ve Ay’ın önceden olduğunun üçte biri kadar olduğunu fark ettiler.
İnsanlar, yeni yönetimler oluşturmaya başlamıştı. Makinelerden, kitaplardan, kurallardan geriye kalan her şeyi kurtarmaya çalışıyorlardı. İzlanda’ya, Grönland’a ve Baffin Koyu’na giden denizciler, buraları yemyeşil bulup gözlerine inanamamışlardı. Artık dünya çok daha sıcak olduğundan, insanlar güney ve kuzey kutuplarına daha yakın yerlere göç ediyorlardı.
Marslı astronomlar (insanlardan çok farklı canlılar olsalar da Mars’ta da astronomlar vardı) doğal olarak, bu durumla fazlasıyla ilgileniyorlardı. Olayları sadece kendi perspektiflerinden görebiliyorlardı elbette. “Güneşimize çarpan o kocaman füzenin sıcaklığını ve kütlesini göz önünde bulundurursak, bu kadar yakından geçmesine rağmen dünyaya ne kadar da az zarar verdi. Varlığını bildiğimiz tüm kıtalar ve denizler eskiden olduğu gibi duruyor. Tek fark, kutuplardaki beyazlıkların (donmuş sudan bahsediyor) azalmış olması gibi görünüyor,” şeklinde bir makale yazdı bir Marslı. Bu yazı, görebileceğimiz en kudretli felaketlerin bile, birkaç milyon kilometre öteden ne kadar küçük gözükebileceğini gösteriyor.
Mucizeler Yaratabilen Adam
Yeteneğin doğuştan olup olmadığı şüphelidir. Kendi adıma, ona aniden geldiğini düşünüyorum. Gerçekten de otuz yaşına kadar şüpheciydi ve mucizevi güçlere inanmıyordu. Ve burada, bunu söylemek için en uygun yer olduğundan söylüyorum, onun ufak tefek bir adam olduğunu ve sıcak kahverengi gözleri, dimdik kızıl saçları, uçları bükülmüş bir bıyığı ve çilleri olduğunu söylemeliyim. Adı George McWhirter Fotheringay’di. Hiçbir şekilde mucize beklentisine yol açacak türden bir isim değildi. Gomshott’s’ta kâtipti. İddialı tartışmalara bayılırdı. Olağanüstü güçlerini ilk haber vermesi, mucizelerin imkânsızlığını iddia ederken oldu. Bu özel argüman Long Dragon’ın barında yapılıyordu ve Toddy Beamish, Bay Fotheringay’e etkili bir şekilde, “Öyle diyorsun,” diyerek muhalefeti sürdürürken onu sabrının sınırına itiyordu.
Bu ikisinin yanı sıra ortamda kir pas içinde bir bisikletçi, ev sahibi Cox ve Dragon’ın son derece saygın ve oldukça iri yarı barmeni Bayan Maybridge de vardı. Bayan Maybridge, gözlüklerini temizleyerek Bay Fotheringay’e sırtını döndü; diğerleri, iddialı sözlerinin o anki etkisizliği karşısında az çok eğlenerek onu izliyorlardı. Bay Beamish’in Torres Vedras taktiklerinden etkilenen Bay Fotheringay, alışılmadık şekilde onu sözleriyle etkilemek için çaba göstermeye karar verdi. “Buraya bakın Bay Beamish,” dedi Bay Fotheringay. “Mucizenin ne olduğunu açıkça anlayalım. Bu, iradenin gücüyle yapılan, doğanın gidişatına aykırı bir şeydir, özellikle irade olmaksızın gerçekleşemeyecek bir şeydir.”
Bay Beamish onu tiksindirerek, “Öyle diyorsun,” dedi. Bay Fotheringay, o zamana kadar sessiz bir dinleyici olan bisikletçiye döndü ve tereddütlü bir öksürük ve Bay Beamish’e bir bakışla verilen onayını aldı. Ev sahibi hiç fikrini belirtmedi ve Bay Fotheringay, Bay Beamish’e dönerek, mucize tanımına nitelikli bir onay vermesinden yüreklenerek söze başladı.
“Örneğin,” dedi Bay Fotheringay, büyük bir cesaretle. Şimdi burada bir mucize olsa. Doğanın doğal seyrinde bu lamba böyle baş aşağı yanamaz, değil mi Beamish?”
“Olamayacağını söylüyorsun,”