Öğrenciler birbirlerine bakıyorlardı. Doğru mu duymuşlardı? Delirmiş miydi? Amfi, kalkmış kaşlar ve sırıtan yüzlerle doluydu. Yine de saçları beyazlamış öğretmeni dikkatle dinleyen bir iki kişi vardı. “İlginç olacak,” diyordu. “Bu sabahı, beni bu sonuca ulaştıran hesaplamaları açıklamaya ayırmak ilginç olacak. Farz edelim ki…”
Karatahtaya döndü, her zaman yaptığı gibi anlatmaya başladı. “O ‘boşu boşuna yaşamak’ da neyin nesiydi öyle?” dedi bir öğrenci diğerine. “Dinle,” dedi bir başkası öğretmeni göstererek.
Ve anlamaya başladılar.
O gece yıldız, Aslan ve Başak takımyıldızlarına biraz yaklaşmış olduğundan daha geç belirmişti. Öylesine parlaktı ki o yükseldikçe gökyüzü açık maviye dönüştü ve neredeyse diğer tüm yıldızlar gözden kayboldu. Sadece en yüksekte duran Jüpiter, Arabacı, Aldebaran, Sirius ve Büyükayı takımyıldızının bazı parlak üyeleri görünüyordu. Fazlasıyla beyaz ve çok güzeldi. O gece dünyanın birçok yerinden, yıldızın etrafında solgun bir ışık halkası olduğu görünüyordu. Daha büyük olduğu çıplak gözle bile fark ediliyordu. Tropikal kuşağın açık gökyüzünde, neredeyse ayın çeyreği boyundaydı. İngiltere’de hâlâ yerlerde kar vardı ama gece, ayışığının aydınlattığı bir yaz gecesi kadar aydınlıktı.
O gece dünyanın her köşesi uyanıktı. Hıristiyan âleminde dolaşan karamsar söylentiler, küçük yerleşim yerlerinde küçük bir kargaşaya sebep olmuş, şehirlerde ise rahatsız edici bir gürültüye dönüşmüşlerdi. Milyonlarca çan kulesinde çalan çanlar, insanları artık uyumamaya, günah işlememeye, bunun yerine kiliselerde toplanıp dua etmeye çağırıyordu. Yukarıda her gece, gün geçtikçe daha da büyüyen ve daha da parlayan yıldız, tüm ihtişamıyla yükseliyordu.
Dünyadaki bütün evler ve sokaklar uyanıktı, tersaneler ışıklarını yakmıştı ve yüksek bir yerlere giden tüm yollar insan doluydu. İnsan eli değmiş her limanda, gürültülü motorları ya da şişkin yelkenleriyle, insan ve diğer canlılarla dolu gemiler kuzeydeki okyanusa gidiyordu. Usta matematikçinin uyarısı çoktan dünyanın her yerine telgrafla iletilmiş, yüzlerce dile çevrilmişti. Yeni gezegen ve Neptün, birbiri etrafında paldır küldür dönüyorken her saniye daha da hızlanarak Güneş’e doğru gidiyorlardı. Bu yanan kütle zaten her saniye birkaç yüz kilometre ilerliyordu, ayrıca her saniye bu olağanüstü hızı daha da artıyordu. Şu anki rotasına bakılırsa birkaç yüz milyon kilometre öteden geçip gezegenimizi neredeyse hiç etkilemeyecekti. Ama usta matematikçiyi tedirgin eden şuydu: bu sıcak kütlenin yolunun çok yakınında, Güneş’in etrafında dönen görkemli gezegen Jüpiter ve onun uyduları vardı. İçinde Neptün’ün de bulunduğu ateş kümesi ve Jüpiter arasındaki kütle çekim kuvveti her saniye daha da artıyordu. Bunun sonucu ne olabilirdi? Tabii ki Jüpiter, kaçınılmaz bir şekilde yörüngesinden çıkacak ve artık daha eliptik bir yol izleyecek, yanan yıldız da Güneş’e doğru olan koşusunun yönünü değiştirip “kavisli bir yol çizecek” ve gezegenimizin çok yakınından geçecek, belki de çarpacaktı. Usta matematikçi, neler olabileceğiyle ilgili “Depremler, yanardağ patlamaları, kasırgalar, devasa deniz dalgaları, seller, nereye kadar çıkacağını tahmin bile edemediğim bir sıcaklık artışı ve daha nicesi,” demişti.
O sırada yukarıda, matematikçinin sözlerini yerine getirecek olan yalnız ve bir o kadar da görkemli yıldız, getireceği kıyametle birlikte parlıyordu.
Geceleri gözleri ağrıyana kadar onu izleyen birçok kişiye göre, apaçık bir şekilde yaklaşıyordu. O gece iklim değişti; Orta Avrupa’yı, Fransa’yı ve İngiltere’yi kaplayan kar, yumuşayıp erimeye başladı.
Gece kiliselerde dua eden insanları ve gemiye binip kaçmaya çalışanları anlattım diye tüm dünya çoktan kaos içindeydi zannetmeyin. Dünyayı hâlâ alışkanlıklar yönetiyordu; ihtişamlı geceyi izleme seanslarını saymazsak, on kişiden dokuzu her zamanki gibi günlük işlerini yapmakla meşguldü. Tüm şehirlerde, neredeyse tüm dükkânlar normal saatlerinde açılıp kapanıyor, doktorlar ve cenaze görevlileri işlerini yapıyor, işçiler fabrikalarda toplanıyor, askerler talim yapıyor, akademisyenler araştırıyor, âşıklar birbirlerini arıyor, hırsızlar çalıp kaçıyor, politikacılar entrikalarına kafa yoruyordu. Muhabirler gece boyunca her yerdeydi ve papazlar, kiliselerinin kapılarını aptalca olduğunu düşündükleri bu panik haline kapalı tutuyordu. Gazeteler, 1000 yılında da dünyanın sonunun geldiğinin düşünüldüğünü ama hiçbir şey olmadığını söyleyip insanları yatıştırmaya çalışıyordu. Söylediklerine göre yıldız falan yoktu, tamamen gazdan oluşan bir kuyrukluyıldızdı bu sadece. Hem yıldız olsaydı bile Dünya’ya çarpması mümkün değildi. Daha önce hiç böyle bir şey yaşandığı görülmemişti. O gece, Greenwich zamanına göre saat yediyi çeyrek geçe yıldız, Jüpiter’e en yakın olduğu noktaya gelecekti. İşte o zaman insanlar olayların nasıl ilerleyeceğini biraz daha anlayabilecekti. Usta matematikçinin uyarıları, çoğu insan tarafından, sadece kendi reklamını yapmaya çalışan bir adamın uğraşları olarak görülmüştü. En sonunda, kanıtlarla desteklenen sağduyu, insanları geceleri uyumaya teşvik etti. Geceler tekrar, orada burada uluyan köpeklere kalmıştı. Vahşi dünya, yıldızı önemsemiyordu artık.
Bir sonraki gece yıldızı izleyenlerden son kalanlar, normalde olduğundan bir saat kadar sonra görmüştü yıldızın yükseldiğini ama bir önceki geceden daha büyük değildi. Usta matematikçinin tahminlerini düşünüp gülüştüler, tehlikenin geçtiğini sanmışlardı.
Ama daha sonra gülüşmeler kesildi. Yıldız büyüyordu. Korkunç bir kararlılıkla, her geçen saat daha da büyüyor, daha da parlaklaşıyordu. Geceler ikinci bir gündüz kadar aydınlıktı artık. Eğimli bir yol izlemek yerine doğruca Dünya’ya geliyordu. Jüpiter’le girdiği etkileşimde hiç hız kaybetmemişti. Yine de bu hızla gezegenimize ulaşması beş gün sürecekti. İngiltere’deki bir sonraki gece, ayın üçte biri boyuna gelmişti ve erime çok barizleşmişti. Amerika’da yükseldiğinde neredeyse ay kadar olmuştu ve gözleri acıtacak kadar parlak ve beyazdı. Yükselmesiyle etrafta sıcak bir rüzgâr esmeye başlıyordu. Brezilya’da, Virginia’da, St. Lawrence sokağında, fırtına bulutu topluluklarının içinden, titrek mor ışıklarla zaman zaman parlıyor, eşi görülmemiş bir görüntü oluşturuyordu. Manitoba’da buzlar ve karlar eriyor, yok edici seller oluşuyordu. Yine o gece, dağların tepesindeki buz ve karlar erimeye başladı. Nehirler bulanıklaştı, genişledi ve bir süre sonra, beraberinde ağaçları, insanları, hayvanları getirmeye başladı.
Güney Atlantik, tarihteki en yüksek seviyesine yükselmişti. Fırtınalar, okyanusun sularını karaya doğru kilometrelerce savuruyor; dalgalar, Arjantin kıyılarındaki koca şehirleri bütünüyle yutuyordu. Geceleri sıcaklık o kadar artıyordu ki güneşin doğması, dünyaya bir gölge düşürüyor gibiydi. Kuzey kutup dairesinden Boynuz Burnu’na kadar, bütün Amerika’da şiddetli depremler yaşanıyordu. Yamaçlar dökülüyor, yerkabuğunda kırıklar oluşuyor, binalar tamamen yok olana dek parçalarına ayrılıyordu. Cotopaxi Yanardağı’nın bir tarafı, muazzam bir sarsıntı sonucu tamamen yıkılmıştı. Sıcak lav, o kadar hızlı akıyordu ki bir gün içinde denize ulaşmıştı.
Daha sonra yıldız, hâlâ yukarıda olan soluk ayla birlikte, Pasifik boyunca ilerledi. Peşinden