Padişahın sabırsızlık yüzünden birçok hırçınlıklar göstermesi gerçekten umulabilirdi. Fakat onun ateş hatlarında dolaşırken de küllenmeyen aşkı bir yandan sabırsızlık doğursa bile öbür yandan ruhuna tahammül aşılıyordu. Çünkü kaleyi düşürmekle kudret ve şöhret bakımından Fatih Sultan Mehmet’i geçeceğine, Hürrem’in de kalbine hâkim olacağına kanaat besliyordu. Kaleyi düşürmek için ise densizlik, titizlik ve terslik değil, tedbir ve tahammül gerekti. O sebeple bazen sert, bazen mülayim davranıyordu. Gönül kıracak taşkınlıklardan uzak kalmaya çalışıyordu.
Yalnız mektup işinde son derece titizdi. Her gün İstanbul’a kâğıt yolluyordu ve her gün kâğıt bekliyordu. Anasının mektubu bir saat gecikse sinir buhranları başlıyor ve işte o vakit vezirlerin, yeniçeri ağasının, topçubaşının vaziyetleri güçleşiyordu.
Şurası muhakkak ki o, marazi denilebilecek bir ısrarla halketmeye muvaffak olduğu “sabit fikir”i artık mantıki muhakemelerle makul bir şekle de sokmuştu. Hürrem’e tasarruf etmek her zaman elindeyken suni bir hicrana katlanması zevke kanıksamış bir kalbin kaprisi sayılabilirdi. Kaprisler, biraz aşermeyi andırır ve ekseriya “gayritabii” olur. Fakat Süleyman, yarı vehmî, yarı suni olan aşkını şimdi mantığa da istinat ettirmek yolunu bulmuştu.
Ona bu imkânı veren Kara Mahmut’un aşkına kendini ve iki çocuğunu feda etmiş olan kadındı. Süleyman, Hekim Salamon gibi, Kançılar Almaral gibi bir casus olduğu için bu kadının da ölümüne ilkin o kadar alaka göstermemişti. Fakat gün geçtikçe telakkisi değişti ve bu macerada “aşkın kahir kudretini” görmeye başlayarak âdeta imrenir oldu. Artık açıkça görülüyordu ki kendisinin de istediği, aradığı aşk, böyle ölümü yerinde nimet saydıracak bir bağlılıktır!
Süleyman suni olarak yaratıp yaşattığı aşkın nasıl bir ihtiyaçtan doğduğunu böylece anladıktan sonra Hürrem’i daha fazla sever olmuştu. Çünkü kendini Kara Mahmut Reis’ten aşağı görmüyordu ve onun bir anayı evlat katili yapacak ve bu katili güle güle ölüme koşturtacak kadar aşkta muvaffak olmasını kıskanıp aynı kudreti Hürrem üzerinde canlandırmak istiyordu. Genç tâcidarın düşünmediği, düşünemediği nokta, kaderdi. Acaba, perdeler arkasında boyuna hadiseler işleyen o gizli kuvvet, Osmanlı imparatorunun hayatına neler takdir ediyordu? Süleyman, bu ciheti hiç düşünmüyor ve Hürrem’e, her çılgınlığı kabul ettirecek bir aşk telkin edebilmek hülyasıyla nefsini her çılgınlığı kabule müsait bir vaziyete sokuyordu.
Bununla beraber yerinde kalbini kapamayı, gözünü açmayı, harp ve devlet işleriyle samimi surette alakalanmayı ihmal etmiyordu. O korkunç savaşlar, o cehennemi top ateşleri arasında bir gün bile divan kurdurmamazlık yapmamıştı. Sabah namazı kılınır kılınmaz divan, kendi gözü önünde, kurulur, imparatorluğun dört yanından gelen kâğıtlar okunur, mühim davalar görülür ve yığın yığın emirler verilirdi. Bu toplantıların birinde rüşvetçiliklerinden şikâyet olunan yirmi beş kadıyı birden azletmiş ve Piri Paşa’ya bu mürtekip adamları Kara Kadı gibi astırmadığının sebebini şu sözlerle izah etmişti:
“Dedem Yıldırım merhum, bütün kadıları yakmak isteyince mahkemeler için kâfiristandan papaz getirilmek lazım geleceği kendisine anlatılarak emri geri aldırılmıştı. Bana da böyle bir mülahaza sunmanızı istemedim, heriflerin ekmeklerini ellerinden alıp canlarını bağışladım.”
Süleyman, harp sırasında tenezzühten de geri kalmıyordu. Sık sık Saint Eremo bahçesine gidiyor, Hasodabaşı İbrahim’e orada saz çaldırıyordu. Cem Sultan’ın adını taşıyan mesireyi de birçok defa ziyaret etmiş ve onun Rodos’ta bulunan oğlunu yakalarsa bu bahçeye gömdürmeyi tasarlamıştı. Aynı zamanda bayındırlık işleriyle meşgul oluyordu. Şövalyeler, eski Rodos köyünü -taş taş üstünde kalmamacasına- yıkmışlardı. Süleyman bu harabeden Türk zevkini temsil edecek bir mamure çıkarılmasını istedi ve Defterdar Abdüsselam’ı memur ederek yapıya başlattı. Türk topları Rodos Kalesi’ni aman bilmez bir hırsla yıkarken Türk mimarları eski Rodos’u yeniden canlandırıyorlardı.
Uzun günler işte bu şekilde ve daimî savaşlarla geçip dururken bir yağmur afeti yüz gösterdi, metrislerde değil, çadırlarda bile barınmak imkânsızlaştı. Bütün ordu bu tatsız ıslaklığın uyandırdığı hoşnutsuzlukla homurdanıyordu. Yalnız Süleyman, gökten yağmur değil de katre katre nur yağıyormuş gibi sevinç içindeydi, ruhi bayramlar geçiriyordu. Çünkü anasından son gelen mektubun yanında: “Ayaklarınızı öperim.” kelimeleri vardı ve bunları Hürrem yazmıştı.
Ayağına bir taç kıymeti getiren bu sözler genç hükümdarı gerçekten sevinç delisine çevirmişti. Hürrem’in Türkçeyi okuyup yazacak kadar öğrenmiş olması zaten kendini mesut etmeye kâfiyken onun ilk selamını bir buseyle göndermesi içine enikonu sarhoşluk getirmişti. Hep o kelimeleri tekrar ediyor ve “Ayaklarınızı öperim.” diyen dudakların tadını bulmaya çalışarak boyuna mektubun o parçasını yüzüne, gözüne sürüyordu.
O gece teşrinisaninin sonuydu ve muharrem ayının onuncu günü akşamına tesadüf ediyordu. Orduya, anane mucibince aşure dağıtılmıştı. Şövalyeler de Sent Andre yortusunu kutlulamaya hazırlanıyorlardı, kilise çanlarını boyuna haykırtıyorlardı. Süleyman, fasılasız düşen yağmurda, kendi saadetini gülsuyuyla yıkayan ananevi bir alaka, çanların sesinde yine kendini, bilerek veya bilmeyerek, çağıran bir davet nidası sezdi. Hürrem’in selamını bir hamle işareti saydı ve bütün kumandanları otağına çağırarak umumi hücum emrini verdi:
“Artık…” diyordu. “Yeter. Düşmana insaf bu kadar olur. Onlar bizim yavaş davranmamızı galiba kudretsizliğimize veriyorlar. Yarın bu zan giderilmeli, kaleye ne pahasına olursa olsun girilmeli.”
Siyasi hesaplar, idari mülahazalar bu suretle bir yana bırakılıp da orduya dilediği gibi yürümek imkânı verilince tabii olan netice gecikmedi, Türk şahbazları -tarihçi Hoca Sadettin- bütün Frenk müverrihlerince iktibas olunan tabiri vecihle zincirden boşanmış aslanlar gibi ileri atılarak hendekleri aştı, duvarları tırmandı, burçlara yükseldi ve İspanyol, İtalyan, İngiliz şövalyelerinin müdafaa ettiği istihkâm manzumeleri birer birer düşürüldü, kalenin muhtelif yerlerinde Türk bayrağı dalgalandı.
Türk gücünün Rodos semalarına astığı bu bayraklar, o yağmurlu havada -Tanrı’nın bile eşini henüz yaratmadığı- birer kavsi kuzah gibiydi ve şimdi yağmur, Türk gücünün azametini toprağın göğsüne nakşetmek için süzülen tarih satırlarını andırıyordu.
Süleyman, kalenin bağrına el sunulduğunu ve Türk kılıcının hâkim mevzilerde yer alarak şövalyelerin diz çöker vaziyette dövüştüklerini görünce hücumu durdurdu:
“Kale…” dedi. “Bizimdir. İstediğimiz anda içeri girebiliriz. Bu durumda boş yere kan dökmeyelim. Heriflere teslim olmalarını teklif edelim.”
Bu mülahaza yerindeydi. Çünkü bir tepeye teşbih edilmesi mümkün olmayan kalenin aylardan beri eteğinde duran Türk ordusu şimdi zirveye yükselmişti ve şövalyeler ordusu tepenin öbür tarafındaki eteğine sürülmüştü. Etekten zirveye yükselen aslanların aşağı süzülmeleri kısa bir zaman işiydi ve bu süzülüşe hiçbir kuvvet engel olamazdı. Bu vaziyette son bir şefkat hamlesi yapmak Türklüğün uluvvücenabına uygun düşecekti.
Ordu, kendi özündeki insani kemale, medeni olgunluğa pek yakışan tevakkufu memnuniyetle kabul etti ve yeni mevzilerine yerleşerek intizar durumuna geçti. Fakat şövalyeler, şaşkınlıktan doğma bir inatla şehri teslime yanaşmamışlardı ve Cem Sultan’ın oğlu Prens Murat’ı da bir pazarlığa mevzu yapmak için Türk karargâhına yollamamışlardı. Bunun üzerine Süleyman şu ültimatomu gönderdi:
“Üç