Onun boyuna sarf ettiği sert sözlerden Hasodabaşı İbrahim de bol bol hisse alıyordu. Herif, İstanbul’a bir ayak önce dönmek isteyen efendisinin teveccühünü kaybetmemek için geceyi gündüzüne katıyordu, kaledeki casuslarla münasebet tesisine savaşıyordu. Evvelce kararlaşmış parolalara, işaretlere rağmen bu iş kolaylıkla yapılamadığından İbrahim’in telaşı, Süleyman’ın da titizliği artıp duruyordu.
Nihayet bir gün kaleden ilk dost selamı alındı. Hekim Salamon Sen Jan Kilisesi’nin çan kalesinden top ateşlerini daha müessir bir sıhhatle idareye medar olacak işaretler vermeye başladı. Almaral da, Sultan Süleyman’a bir kadın göndermek yolunu buldu ve müdafaa planlarının sakat taraflarını bildirdi. Ufak tefek çarpışmalarda, kaledekilerin ara sıra sınamaya yeltendikleri çıkış hareketlerinde ele geçirilen esirlerden alınan haberler de casusların temin ettiği bilgiyi kuvvetlendirdiğinden muharebe şekli şövalyelerin aleyhine olarak değişmeye başladı. Bu değişikliğin ilk eseri, Rodoslularca yüz batarya toptan daha kıymetli tutulan Mühendis Gabriyel Martinengo’nun vurulması oldu. Casusların verdikleri haberle onun hangi mazgal deliğine gözünü dayayarak top ateşini idare ettiği öğrenildiğinden nişancı bir Türk neferi eliyle o deliğe yağlı bir kurşun yollamış ve mühendis tam gözünden vurularak öldürülmüştü.
İcat ettiği hassas davullarla Türklerin yeraltından yürüttükleri lâğımları kolaylıkla keşfeden zeki ve cesur mühendisin ölümü şövalyelerin gözlerini açtı ve kale içinde casus bulunup bulunmadığı aranılmaya başlandı. Hekim Salamon’un böyle bir kuşkulanma ve uyanma vukusundan haberi yoktu, yine çan kulesinden işaretler vermeye devam ediyordu. Bir gün bu vazifeyi daha cesur bir şekilde yapmak istedi, bir oka mektup sararak Türk siperlerine atmaya kalkıştı ve yakalandı.
Üstadıazam ve bütün şövalyeler, Türk zaferine kılavuzluk etmeye çalışan Yahudi’yi didik didik didiklemek istiyorlardı. Fakat suç ortaklarını meydana çıkarmak için teenni gösteriyorlar, herifi ağır işkencelere sokup söyletmeye çalışıyorlardı. Salamon, casusluk yaparken gösterdiği cesareti işkence çekerken gösteremezdi, Almaral’ı ele verdi ve onunla birlikte parçalandı.
Her iki mahkûm, kendilerini baştan çıkarmış olan Rum kızının adını dile almamışlardı. Bu sebeple casusluk yine devam edebilirdi, lakin bir hadise bu imkânı da ortadan kaldırdı.
Pek garip ve o nispette de acıklı olduğu için izah edeceğiz; bu Rum kızı, malum olduğu üzere, gemi süvarilerinden Kara Mahmut’a âşıktı. Rodos’un sükûtuyla beraber onunla evlenmek hülyasını taşıyordu. Kara Mahmut ise, Hekim Salamon’la Almaral’ın parçalandıkları sırada, Poskopya Adası’ndaki Illık Hisarı’nı zapta memur edilmişti. Yiğit denizci, mert bir hamleyle vazifesini yaptı, Illık Kalesi’ni ele geçirdi, lakin yaralanıp öldü. Üstadıazam, bütün şövalyeleri ve halkın ileri gelenlerini Elemonitra Kilisesi’ne toplayarak casusların nasıl ele geçirildiğini, nasıl cezalandırıldığını tebliğ ederken Piskopya Adası’nın Türkler tarafından zapt olunduğunu da söylemiş ve nutkunu şu kelimelerle bitirmişti:
“Piskopya düştü, fakat Kara Mahmut da düşürüldü. Bu adam Türklerce bin kaleye bedel tutulurdu. Demek ki biz küçük bir palankadan mahrum kaldık, Türkler bin kale kaybetti. O hâlde acınmayalım, sevinelim. Rodos elimizde kaldıkça Piskopyaların yine bizim demek olduğunu unutmayalım!”
Kara Mahmut’un âşığı olan Rum kızı da, metresliğini yaptığı İngiliz şövalyesiyle beraber bu toplantıda hazırdı. Üstadıazam’ın nutkunu dinliyordu. O, kendisine candan bağlı olduğu Kara Mahmut’un ölümünü duyunca çıldırayazdı, müthiş bir sinir buhranına tutuldu, ağlaya ağlaya ve çırpına çırpına evine geldi, aziz sevgilisinden yadigâr kalan iki çocuğunu kucakladı, “Sizin artık neyiniz kaldı?” diye kendilerini öpüp koklamaya koyuldu. Gözlerinde cinnet parlıyor, sözlerinde cinnet çınlıyordu.
Kadının kiliseden saçlarını yolarak çıkması, sokakları inleye inleye aşıp evine gitmesi şüphe değilse bile dikkat uyandıracak bir işti. Fakat kimsenin bu hâlle alakalanmasına vakit kalmadı, Türklerin İngiliz burcuna hücum ettikleri haberi kilisedekilerin akıllarını başlarından aldığından bu çıkış ve gidişi düşünen olmadı, herkes savaş yerine koştu.
Rum kızının âşığı olan İngiliz şövalyesi de korku ve telaş içinde metresini unutmuştu, müdafaasına memur olduğu burca gitmişti. Orada vaziyeti kavramaya bile zaman bulamadan bir Türk kurşunu geldi, beynini parçaladı. Şimdi Rum kızı hem Kara Mahmut’tan, hem İngiliz şövalyesinden dul kalmış oluyordu. O, burçlardan sokaklara ve sokaklardan evlere yayılan felaket haberini alır almaz büsbütün fenalaştı, tam manasıyla delirdi, bir aşk gecesinde Kara Mahmut’un belinden alıp evinin bir köşesinde saklayageldiği hançeri yakaladı, iki çocuğunun kalbine soktu ve onların ölülerini bir yana bırakarak İngiliz burcuna koştu, kendini erkek tanıtmak fikriyle beyni parçalanmış âşığının mantosunu sırtına geçirdi, kılıcını eline aldı:
“Kara Mahmut’un diliyle konuşanların eliyle ölmek ve ona kavuşmak isterim!” diye haykırdı, burcun hendeklerinde pala sallayıp duran Türklerin arasına atıldı.
Bir lahza sonra o da ölmüştü. Fakat yere düştükten sonra saçlarının dağılıp açılması, hakiki hüviyetini meydana çıkardı ve Türk hücumunu sendeletti. Yiğit Türkler, bir kadının kendilerine saldırmış ve kendi palalarıyla ölüp gitmiş olmasını üzerinde durulacak bir mevzu gibi telakki etmişlerdi, hücumu bırakarak kadının cesedi etrafında kümelenmişlerdi, münakaşa yürütmeye koyulmuşlardı. Bu duruş, o gün için İngiliz burcunun kurtulmasına vesile teşkil etti ve âşığına kavuşmak emeliyle ölümü göze alan kadın, şövalyelere de hizmet etmiş oldu.16
Sultan Süleyman, tahakkuk etmiş bir zaferin elden kaçırıldığını görünce küplere binmişti, dört yanına ateş püskürmeye koyulmuştu. Kalenin günlerce, haftalarca, hatta aylarca düşmemesinde, kendi aşkının güçlüklerle karşılaşacağını temsil eden bir uğursuzluk seziyordu. Hürrem’in kalbiyle bu kale arasında bir benzerlik tevehhüm edegeldiği ve ateş hattında hep aşkını düşündüğü için İngiliz burcunun şövalyelere bağışlanmasını bir türlü hazmedemiyordu. Bu teessürle Rumeli Beylerbeyi Ayas Paşa’yı azlederek mahbese attı, donanmayı harp üzerinde müessir vaziyete sokamayan Yaylak Mustafa’yı bir kazığa bağlatıp kepazeye çevirdi, amiralliği Behram Bey’e verdi.
Fakat İngiliz burcu önünde öldürülen Rum kızının, ele geçmiş esirlerin sorguya çekilmesi suretiyle hüviyeti anlaşılınca o da hadiseyi tuhaf buldu, Ayas Paşa’yı yine yerine geçirdi, Yaylak Mustafa’yı da kazıktan çıkarttı. Yalnız eniştesini seraskerlikte bırakmadı, Mısır valisi yaparak adadan uzaklaştırdı, muhasarayı idare etmek mesuliyetini Üçüncü Vezir Ahmet Paşa’ya yükletti.
Hekim Salamon’un, Almaral’ın parçalanması, Kara Mahmut Reis’in ardınca denilecek kadar kısa bir zamanda Rum kızının ölüme kavuşması hünkârın kafasında bir kargaşalık yaratmıştı. Bütün bu hadiselerde kötülüğe istinat eden işlerin uğursuzluğunu gösteren bir işaret bulunuyordu. Düşüncelerini sevgili nedimine de açtı:
“Bak İbrahim!” dedi. “Casusluk edenler birer birer cezalarını görüyor ve onların yüzünden bize de zarar geliyor. Zaten casus dediğin gidiler haber verebiliyorlar ama kale veremiyorlar. Bunu şu sınayışla da anladık. Şimdi gayret bize düşüyor. Göreceksin ki casuslarımız varken başarılmayacak işler kolaylıkla yürüyecektir. Bu, kulağına küpe olsun. Bir daha casus yardımına bel