Komutanın adamlarıyla karşı karşıya durarak Gareth’ı aralarına aldılar.
Gareth muzaffer bir edayla kumandana baktı. Kumandan da, kendi adamlarının sayısının Gareth’ın paralı askerlerinden çok daha az olduğunu biliyordu.
"Kimse beni tutuklayamaz,” diye alaycı bir şekilde güldü Gareth. “Hele sen… Şimdi adamlarını al ve sarayımı terk et. Veya benim özel savaşçılarımın öfkesini tatmaya hazır ol.”
Sinir bozucu bir kaç saniyeden sonra komutan nihayet adamlarına işaret etti ve hepsi birden, kılıçlarını çekmiş bir şekilde arkaya doğru adım atarak odadan çıktılar.
"Bu günden itibaren,” diye patlattı kumandan, “bizim size hizmet etmeyeceğimizi herkes bilsin! İmparatorluk’un ordusuyla tek başınıza baş edin. Umarım size, sizin babanıza davrandığınızdan daha iyi davranırlar!”
Askerlerin hepsi, zırhlarını tangırdatarak fırtına gibi odadan çıktılar.
Geriye kalan konsey üyeleri, görevliler ve soyluların hepsi bu sessizlik içinde birbirleriyle fısıldaşmaya başladılar.
"Beni yalnız bırakın!” diye haykırdı Gareth. “HEPİNİZ!”
Gareth’ın özel savaşçı grubu da dâhil olmak üzere herkes konsey odasını süratle terk etti.
Arkada kalan tek bir kişi vardı.
Lord Kultin.
Odada sadece o ve Gareth vardı. Lord Kultin Gareth’a doğru ilerledi ve bir kaç adım kala durup anlamak ister gibi onu inceledi. Yüzü, her zamanki gibi ifadesizdi. Gerçek bir paralı askere yakışır bir yüzü vardı.
"Ne yaptığın veya neden yaptığın beni hiç ilgilendirmiyor,” diye başladı, çatlak ve duygusuz bir sesle. “Politika benim umurumda bile değil. Ben bir savaşçıyım. Ben sadece bana ve adamlarıma ödenen parayla ilgilenirim.”
Durdu.
“Ama merakımı tatmin etmek için bilmek isterdim doğrusu. Gerçekten de kılıcı çalsınlar diye o adamlara emir verdin mi?”
Gareth adama baktı. Bu adamın gözlerinde kendisini hatırlatan bir şeyler görüyordu. Soğuk bakışlı, acımasız ve fırsatçı gözlerdi bunlar.
“Yapmışsam ne olacak?” diye sordu Gareth.
Lord Kultin uzun uzun ona baktı.
“Ama neden?” diye sordu.
Gareth de ona baktı, ama bir şey söylemedi.
Kultin’in gözleri birden ayılmış gibi açıldı.
“Kılıcı sen kullanamıyordun. Amacın onu başkalarının da kullanmasını engellemekti, değil mi?” diye sordu Kultin. “Doğru mu?” Gareth’ın bu davranışının altındaki çapanoğlunu anlamaya çalışıyordu. “Ama yine de,” diye ekledi, “onun çalınmasının Kalkan’ın inmesine neden olacağını ve bizi saldırılara karşı savunmasız bırakacağını da biliyordun.”
Kultin’in gözleri daha da açıldı.
“Bize saldırılmasını istiyordun, öyle değil mi? Senin içindeki bir şey, Kral’ın Sarayı’nın mahvolmasını istiyor,” dedi, aniden tüm resmi görerek.
Gareth ona gülümsedi.
“Hiç bir yer,” dedi Gareth ağır ağır, “sonsuza dek ayakta kalmak için yapılmamıştır.”
BÖLÜM BEŞ
Gwendolyn askerlerden, danışmanlardan, görevlilerden, konsey üyelerinden, Gümüş’ten, Lejyon’dan ve Kral’ın Sarayı’nın yarısından oluşan maiyetiyle birlikte, yürüyen devasa bir şehir gibi, Kral’ın Sarayı’nı terk etti. Çelişkili duygular içindeydi. Bir yandan, ağabeyi Gareth’tan kurtulduğu için çok mutluydu. Çevresi onu koruyabilecek, güvenilir savaşçılarla sarılıydı. Gareth’ın ona erişemeyeceği bir yerdeydi. Onun hainliğinden veya onu birileriyle evlenmeye zorlamasından korkması için de bir neden kalmamıştı. Nihayet, her anını Gareth’ın katillerinden birinin onu sırtından bıçaklayacağı korkusuyla yaşaması artık gerekmiyordu.
Gwen bu devasa insan topluluğuna hükmetmek için seçilmiş olmasından dolayı da kendisini esinlenmiş ve onurlandırılmış hissediyordu. Maiyetindeki çok sayıdaki insan, sanki bir peygambermiş gibi onu takip etmişler ve onunla birlikte Silesia’ya uzanan bitmek tükenmez yollara düşmüşlerdi. Gwen onların bakışlarından, kendisini hükümdar olarak kabul ettiklerini ve ona bir beklentiyle baktıklarını görebiliyordu. Aslında erkek kardeşlerinden herhangi birinin bu onura sahip olmasını istediği için, bir suçluluk duygusu içindeydi. Yine de, adil ve hakkaniyetli bir lidere sahip olmanın insanlara ne denli bir ümit verdiğini görerek, mutlu oluyordu. Özellikle de bu karanlık günlerde, bu rolü oynayarak onların beklentilerini elinden geldiğince karşılamaya çalışacaktı.
Gwen daha sonra Thor’u düşündü ve Kanyon’daki gözyaşlarıyla dolu vedalarını hatırlayarak yüreği burkuldu; onun neredeyse kesinlikle ölümle sonuçlanacak bir yolculuğa çıkmasını ve sislerin arasında gözden kaybolmasını izlemişti. Aslında bu, Gwen’in de engellemeyi düşünemeyeceği, krallığın ve Halka’nın kurtulması için gerekli olan ve yüreklilik gerektiren, asil bir görevdi. Yine de, bu göreve neden onun gitmesi gerektiğini sorgulamaktan kendisini alıkoyamıyor, keşke başka biri olsaydı, diye düşünüyordu. Şimdi, onunla birlikte olmayı her zamankinden daha çok istiyordu. Karnında onun çocuğunu taşıdığı ve tek başına hüküm sürmek için seçildiği, çalkantılı ve müthiş bir dönüşümün yaşandığı bu günlerde, Thor’un onun yanı başında olması en büyük arzusuydu. Hepsinden de öte, Thor için çok büyük bir kaygı duyuyordu. Onsuz bir hayat düşünemiyordu; bunu düşünmek bile ağlamak istemesine neden oluyordu.
Gwen, uçsuz bucaksız bir karavan halinde bu tozlu yollarda daha da Kuzey’e, uzak Silesia diyarlarına doğru yol alırlarken, tüm gözlerin onun üzerinde olduğunu bildiği için, derin bir soluk aldı ve güçlü görünmeye çalıştı.
Aslında vatanından koparılmış olduğu için hâlâ şoktaydı. Kadim Kalkan’ın indirilmiş ve Kanyon’un ihlal edilmiş olduğunu havsalası almıyordu. Uzaklardaki casuslar, Andronicus’un McCloud sahillerine çoktan inmiş olduğu dedikodularını yaymışlardı. Gwen kime ve neye inanacağını bilemiyordu. Böyle bir şeyin nasıl bu kadar çabuk gerçekleştiğini anlamakta zorlanıyordu. Bunu yapmak için Andronicus’un tüm filosunu okyanusa çıkarmış olması gerekiyordu. Ama eğer Kılıç’ın çalınması olayının arkasında bir şekilde McCloud varsa ve Kalkan’ın indirilmesi olayını bizzat o ayarlamışsa, o zaman durum farklı bir boyut kazanıyordu. Ama nasıl? McCloud Kılıç’ı nasıl çalmış olabilirdi? Onu nereye götürüyordu?
Gwen etrafındaki insanların ne kadar keyifsiz olduğunu görüyor ve bunun için onları suçlayamıyordu. Bu kalabalık gruba bir umutsuzluk havası hâkimdi, bunun da haklı bir nedeni vardı; Kalkan olmadan, tümüyle savunmasız idiler. Bu bir zaman meselesiydi, Andronicus bugün olmazsa yarın veya daha sonraki gün, istila etmek için gelecekti. Ve bunu yaptığında, onun adamlarını engellemek için yapabilecekleri tek bir şey bile yoktu. Burası, sevdiği ve değer verdiği her şey fethedilecek ve sevdiği herkes öldürülecekti.
Ölümlerine doğru yürüyor gibiydiler. Andronicus henüz buralarda değildi ama şimdiden kendilerini esir edilmiş gibi hissediyorlardı. Gwen, bir zamanlar babasının söylediği bir şeyi hatırladı: bir ordunun yüreğini fethedersen, savaşı da kazanırsın.
Gwen