Tam o sırada, babasının çalışma odasının kapısı sonuna kadar açıldı ve Gareth’ın görevlilerinden biri korku içinde içeriye göz attı.
“Efendimiz,” dedi görevli. “Bir çarpma sesi duydum da… İyi misiniz? Efendimiz, yaralanmışsınız!”
Gareth oğlana nefret dolu bir bakış fırlattı. Sonra ona sert bir çıkış yapmak için ayağa kalkmaya çalıştı, ama bir şeyin üzerine basarak yeniden yere düştü. Az önce çektiği afyon nedeniyle hâlâ tam olarak kendisinde değildi.
"Efendimiz, size yardım edeyim!”
Oğlan öne doğru atılarak Gareth’ın bir deri bir kemik kalmış olan kolunu yakaladı.
Ama Gareth’ın hâlâ bir miktar gücü vardı. Oğlan ona dokunur dokunmaz onu odanın diğer ucuna kadar hızla ittirdi.
"Bana bir kere daha dokunursan, senin ellerini keserim,” diye haşladı onu.
Oğlan korkuyla geri çekildi. Tam o sırada, başka bir görevli odaya girdi. Yanında da Gareth’ın belli belirsiz tanıdığı yaşlıca bir adam vardı. Bu adamı belli belirsiz hatırlar gibiydi ama tam olarak bir yere yerleştiremiyordu.
"Efendimiz,” dedi adam, yaşlı ve çatlak bir sesle, “sizi yarım günden beri konsey salonunda bekliyoruz. Konsey üyeleri daha fazla bekleyemezler. Size verilecek acil haberleri var ve bunları gün bitmeden sizinle paylaşmaları gerekiyor. Geliyor musunuz?”
Gareth gözlerini kısarak adama baktı, onun kim olduğunu çıkarmaya çalışıyordu. Adamın babasına hizmet eden birisi olduğunu hayal meyal hatırlıyor gibiydi. Konsey odası… Toplantı… Her şey zihninde bir girdap gibi dönüp duruyordu
“Sen kimsin?” diye sordu Gareth.
"Efendimiz, benim adım Aberthol. Babanızın güvenilir danışmanı," dedi adam biraz yaklaşarak.
Gareth yavaş yavaş hatırlamaya başlamıştı. Aberthol. Konsey. Toplantı. Zihni allak bullaktı ve başı da çatlayacak gibi ağrıyordu. Şu anda istediği tek şey yalnız kalmaktı.
"Beni yalnız bırak,” diye hırladı. “Ben gelirim.”
Aberthol onaylar gibi başını salladı. Görevliyle birlikte telâşla odadan çıkarken kapıyı da arkalarından kapattı.
Gareth yere çömeldi, başını ellerinin arasına alarak düşünmeye, hatırlamaya çalıştı. Ama bunu bile yapamıyordu. Hatırladığı her şey bölük pörçüktü. Kalkan indirilmişti; İmparatorluk saldırıyordu; sarayda yaşayanların yarısı kaçmıştı; kendi kız kardeşi öncülük ederek onları uzaklara, Silesia’ya götürmüştü… Gwendolyn… Evet, işte buydu. Hatırlamaya çalıştığı şey tam da buydu. Gwendolyn. Ondan anlatamayacağı kadar büyük bir tutkuyla nefret ediyordu. Ve şimdi, onu öldürmeyi her zamankinden fazla istiyordu. Onun öldürmesi gerekti. Başına gelen her işten, o sorumluydu. Onu tekrar ele geçirmenin bir yolunu bulacaktı elbet, bu ölmesine neden olsa bile… Ondan sonra da diğer kardeşlerine gelecekti sıra.
Gareth bu düşünceyle, kendisini daha iyi hissetmeye başladı.
Müthiş bir çabayla ayağa kalktı, ama odanın için sendeleyerek yürürken köşe masalarından birine takıldı. Kapıya yaklaştığında, babasının su mermerinden yapılmış bir büstü gözüne çarptı. Bu, babasının sevdiği bir heykeldi. Heykeli başından tuttuğu gibi, duvara fırlattı.
Heykel bin parçaya bölündü. Gareth o gün ilk defa olarak gülümsedi. Günü belki de korktuğu kadar kötü geçmeyecekti.
Gareth iki yanında refakatçileri olduğu halde bir çalımla konsey odasına girdi. Devasa meşe kapıları avucuyla iterek açmış ve kalabalık odadaki insanların onun mevcudiyetini hissedip irkilmesini sağlamıştı. O içeriye girince, herkes bir anda hazır ol durumuna geçti.
Normal olarak bu durumun Gareth’ı mutlu etmesi gerekirdi, ama o iyi bir gününde değildi. Babasının hayaleti ona rahat vermiyordu ve kız kardeşinin gitmiş olması da onu çok öfkelendirmişti. Bu duygular zihninde bir girdap gibi dönüp duruyordu ve hıncını bir şekilde birilerinden çıkarması gerektiğini düşünüyordu.
Gareth afyonun verdiği sersemlikle devasa odada yalpalayarak ilerlemeye başladı. Tahtına doğru uzanan dar koridorun ortasından yürürken, düzinelerle konsey üyesi yana doğru çekilerek ona yer verdi. Saraydakilerin sayısı artmıştı. Kraliyet Sarayı’nın yarısının ayrılmış, Kalkan’ın da indirilmiş olduğu haberini alan insanların sayısı arttıkça, havadaki enerji de giderek dizginlenemez bir hal alıyordu. Kraliyet Sarayı’nda kalan kişiler adeta sorularına yanıt bulmak için buradaydılar.
Tabii, Gareth’ın verecek bir yanıtı yoktu.
Gareth babasının tahtının fildişi basamaklarını kasıla kasıla çıkarken, tahtın hemen gerisinde sabırla beklemekte olan Lord Kultin’i gördü, Lord Kultin özel savaş gücünü oluşturan paralı askerlerin lideriydi ve sarayda güvenebileceği kişi olarak bir tek o kalmıştı. Onun yanında da savaşçılarından onlarcası duruyor ve Gareth için ölmeye hazır bir şekilde, elleri kılıçlarında sessizce bekliyorlardı. Gareth’ı rahatlatan tek şey de zaten buydu.
Gareth tahtına oturdu ve bakışlarını odada gezdirdi. Odada pek çok insan vardı, bunların birkaçını tanıyordu, ama çoğunluğu ona yabancıydı. Onların hiç birine güvenmiyordu. Sarayından her gün sürüyle insan atıyordu; pek çok kişiyi zindana attırmış, daha da fazlasını cellâtlara teslim etmişti. En azından bir elin parmakları kadar adam öldürtmediği tek bir gün yoktu. Bunun iyi bir politika olduğunu düşünüyordu: insanları dikkatli olmaya sevk ediyor ve bir darbe olasılığını önlüyordu.
Odada sessizlik hüküm sürüyordu, herkes büyülenmiş gibi ona bakıyordu. Dehşet içindeydiler ve korkudan ağızlarını açamıyorlardı. Bu, tam da onun istediği bir şeydi. Ona, vatandaşlarına korku salmaktan daha fazla heyecan veren bir şey yoktu.
Nihayet, bastonunun sesi taş zemin üzerinde yankılanan Aberthol öne doğru çıkarak boğazını temizledi.
“Efendimiz,” diye başladı yaşlı ve yorgun bir sesle, “Kral’ın Sarayı’nda karmaşalı günler geçirmekteyiz. Size hangi haberlerin ulaştığını bilmiyorum ama Kalkan indirildi; Gwendolyn Kral’ın Sarayı’nı terk etti ve Kral’ın Sarayı’nın yarısının yanı sıra Kolk’u, Brom’u, Kendrick’i, Atme’yi, Gümüş’ü, Lejyon’u ve ordunuzun yarısını ele geçirdi. Burada kalanlar sizin yönlendirmenizi bekliyor ve bundan sonraki hamlenin ne olacağını öğrenmek istiyor. İnsanlar sorularına yanıt bekliyorlar, Efendimiz.”
“Dahası da var," dedi Gareth’ın belli belirsiz hatırladığı bir başka konsey üyesi. "Kanyon'un da geçildiğine dair söylentiler yayılmış durumda. Andronicus’un bir milyon kişilik ordusuyla Halka’nın McCloud kısmını istila ettiği dedikoduları da var.”
Odayı öfkeli soluma sesleri doldurdu; düzinelerle kahraman savaşçı birbirleriyle korku içinde fısıldaşmaya başladılar. Panik havası kontrol edilemeyen bir yangın gibi yayılmaya başlamıştı.
"Bu doğru olamaz!" diye bağırdı askerlerden biri.
"Doğru!"