Genç bir kızken babasının onu buraya gezmeye getirdiğini hatırladı. O zamandan beri rüyalarına giren ve onu büyüleyen bir yerdi burası. Şimdi, genç bir kadın olarak baktığında bile, hâlâ soluğu kesiliyordu.
Silesia, Gwen’in hayatında gördüğü en olağandışı şehirdi. Binaların ve sur duvarlarının tümü, gözün gördüğü her şey antik ve parlak kırmızı taşlardan yapılmıştı. Gökyüzüne doğru dimdik uzanan yüksek korkuluk duvarlarıyla ve kulelerle dolu olan Üst Silesia anakara üzerinde kurulmuştu. Aşağı Silesia’ysa Kanyon’un yan cephesinde inşa edilmişti. Kanyon’un türbülanslı sisleri ansızın bastırır, orayı çepeçevre sararak kırmızı taşların ışık altında parlamasına ve ışıldamasına neden olur ve oraya sanki bulutların üzerinde inşa edilmiş gibi bir hava verirdi.
Silesia’nın siperlerinin taçlandırdığı ve sıra sıra pek çok duvarın arkadan desteklediği sur duvarları yüz ayak yüksekliğindeydi. Saray tam bir kaleydi. Herhangi bir ordu bir şekilde onun duvarlarını aşsaydı dahi, yine de tepelerin eteklerinden geçerek şehrin alt yarısına inmesi ve Kanyon’un bir ucunda savaşması gerekirdi. Bu kesinlikle istilacı bir ordunun savaşmak istemeyeceği türden bir savaş olurdu. Şehir o yüzden binlerce yıldan beri ayakta kalabilmişti.
Gwen’in adamları durdular. Hepsinin solukları kesilmişti. Gwen onların da huşu içinde olduklarını hissedebiliyordu.
İlk kez, içini bir iyimserlik duygusu kapladı. Burası onların, Gareth’tan uzakta yaşayabilecekleri ve savunabilecekleri bir yerdi. Burada hüküm sürebilirdi. Belki, ama belki, MacGil krallığı burada yeniden ayağa kalkabilirdi.
Srog da ellerini beline koymuş, kendisi de ilk kez görüyormuş gibi durmuş, gururla parıldayan gözlerle, şehrini seyrediyordu.
“Silesia’ya hoş geldiniz.”
BÖLÜM ALTI
Thor şafak sökerken gözlerini açtı. İlk gördüğü şey, okyanusun devasa tepeler halinde yükselip inen ve güneşin ilk ışıklarının kucakladığı yumuşak dalgaları oldu. Tartuvian’ın açık sarı suları sabahın pusuyla ışıl ışıl parlıyordu. Gemileri suyun üzerinde sessizce inip çıkarak ilerliyordu. Sadece gövdesine vuran dalgaların sesi duyuluyordu.
Thor doğrularak çevresine bakındı. Bitkinlikten gözleri zor açılıyordu. Gerçekten de hayatında kendisini hiç bu kadar yorgun hissetmemişti. Günlerdir denizdeydiler ve dünyanın bu yanı çok farklıydı. Hava nemden o kadar ağırlaşmış ve ısı o derece yükselmişti ki, ciğerlerine hava yerine sel gibi akan bir ırmak çekiyormuş gibi geliyordu ona. Bu da onu halsiz bırakıyor, kollarını ve bacaklarını ağırlaştırıyordu. Kendisini Summer’a gelmiş gibi hissediyordu.
Thor etrafında bir göz gezdirdi ve normal olarak her vakit şafaktan önce kalkan arkadaşlarının hepsinin güvertede yığılmış bir şekilde uyumakta olduklarını gördü. Her vakit uyanık olan Krohn bile, onun yanında uyumaktaydı. Ağır tropik hava onları çok etkilemişti. Kimsenin dümenin başında durduğu yoktu, bundan günlerce önce vaz geçmişlerdi. Dümenin başında durmanın bir anlamı yoktu: yelkenleri dinamik batı rüzgârına teslim olmuştu ve bu okyanusun büyülü gelgiti sürekli olarak gemilerini tek bir yöne doğru çekiyordu. Bir kaç kez rotalarını değiştirmek istemişlerdi ama faydasızdı. Kaderlerinde sanki tek bir yere doğru gitmek vardı. O yüzden, hepsi Tartuvian sularının onları kendi istediği yere götürmesine boyun eğmişlerdi.
Zaten İmparatorluk’ta gitmemiz gereken yerin ne bile bilmiyoruz, diye düşündü Thor. Gelgit bizi bir şekilde karaya attığı takdirde, diye hesapladı, o kadarı bizim için yeterli olur.
Tam o sırada Krohn ağlamaya benzer bir iniltiyle ayaklandı ve eğilerek Thor’un yüzünü yaladı. Thor elini torbasına daldırarak, geriye kalan son kuru et parçasını ona verdi ama hayvanın her zamankinin aksine eti onun elinden kapmadığını görünce şaşırdı. Krohn önce boş torbaya, sonra da anlamlı bir şekilde Thor’a baktı. Yiyeceğini almakta tereddüt ediyordu. Thor, hayvanın son parçayı ona bırakmak istediğini anladı.
Bu davranış Thor’u çok duygulandırmıştı. O yüzden eti arkadaşının ağzına tıkarak ısrar etti. Thor kısa bir süre sonra yiyeceklerinin biteceğini biliyordu ve bir an önce karaya çıkabilmek için dua ediyordu. Bu yolculuğun daha ne kadar süreceği hakkında hiç fikri yoktu; ya aylarca sürerse? Ne yiyeceklerdi?
Buralarda güneş erkenden doğuyor ve dünyayı parlak ve güçlü ışınlarıyla aydınlatmaya çok erken saatlerde başlıyordu. Sis, yanıp tutuşan suların üzerinde yayılmaya başlayınca, Thor ayağa kalkarak pruvaya gitti.
Orada durarak bakışlarıyla etrafı taradı. Sisin yayılmasını seyrederken, güverte de altında hafif hafif sallanıyordu. Ufukta aniden ince bir hat halinde beliren karayı fark edince, hayal gördüğünü sanarak gözlerini kırpıştırdı. Nabzı deli gibi atmaya başladı. Evet, bu bir karaydı. Gerçek bir kara!
Kara olağandışı bir şekle sahipti: denize doğru bir saman tırmığı gibi, uzun ve dar iki yarımada halinde uzanıyordu. Sis kalkmaya başlayınca, Thor sağına ve soluna baktı ve sadece elli metre kadar ötede, iki kara şeridinin her iki yanlarında uzanmakta olduğunu görünce şaşırdı. Uzun bir koyun tam ortasına doğru çekilmişlerdi.
Thor bir ıslık çalarak Lejyon kardeşlerini uyandırdı. Sendeleyerek ayağa kalktılar ve telâşla güverteye, onun yanına gelerek etrafa bakındılar.
Soluklarını tutarak bu manzarayı seyrettiler; sahiller Thor’un o güne kadar gördüğü en egzotik sahillerdi. Denize kadar uzanan sık ağaçlı ormanlarla kaplıydı. Ağaçlar öyle sıktı ki, gerilerinde ne olduğunu görmek mümkün değildi. Thor yükseklikleri otuz ayağı bulan ve denize doğru eğilmiş, devasa eğrelti otları, gökyüzüne ulaşmak ister gibi yükselen mor ve sarı renkli ağaçlar gördü. Her taraftan o güne kadar hiç duymadıkları sesler geliyordu. Tanımadıkları türden hayvanların, kuşların ve böceklerin hırıltıları, haykırışları ve şakımalarıydı bunlar…
Thor güçlükle yutkundu. Esrarengiz bir hayvanlar krallığına giriyor gibiydiler. Buradaki her şey çok farklıydı; havanın kokusu bile değişikti, yabancıydı. Onlara Halka’yı hatırlatan hiç bir şey yoktu burada. Diğer Lejyon üyeleri dönüp birbirleriyle bakıştılar. Thor onların gözlerinden bir tereddüdün geçtiğini fark etti. O sık ormanda onları ne gibi yaratıkların beklediğini merak ediyorlardı şüphesiz…
Ama bir seçenekleri yoktu. Akıntı onları buraya getirmişti, İmparatorluk’un topraklarına girmek için burada gemiden inmeleri gerektiği apaçık ortadaydı.
“Buraya gelin!” diye haykırdı O’Connor.
Hepsi birden O’Connor’un yanında durduğu parmaklıklara doğru koştular. O’Connor eğilerek suyu işaret etti. Orada, geminin yanında yüzmekte olan, parlak mor renkli, on ayak uzunluğunda ve yüzlerce bacağı olan devasa bir böcek vardı. Dalgaların altında ışık saçan bu yaratık, aniden kaçar gibi suyun yüzeyine çıktı. Aynı anda binlerce minik kanat vızıldamaya başladı. Böcek bir süre suyun hemen üstünde uçtuktan ve bir süre yüzeyde kaldıktan sonra yeniden suya daldı. Sonra bütün bunları bir kere daha tekrarladı.
Onu böyle seyrederlerken, yaratık aniden havalandı ve onların göz hizasına gelerek, dört kocaman yeşil gözüyle onlara bakmaya başladı. Tıslayınca hepsi birden istemsiz olarak irkilerek geriye doğru zıpladılar ve ellerini uzatıp kılıçlarına davrandılar.
Elden öne doğru atılarak kılıcını yaratığa doğru salladı. Ama vurmasına fırsat kalmadan, böcek sulara dalmıştı bile.
Gemi aniden bir sarsıntıyla