Erec atını onlara doğru sürdü ve kendisine özgü bir savaş çığlığı attı. Sonra, zincirli silahını daha da yükseğe kaldırarak Tanrı’ya ona güç vermesi için dua etti.
Alistair, bütün gücüyle Warfkin’e tutunup bağırdı. At dörtnala onu tanıdık yollardan geçirip Savaria’ya götürüyordu. Bütün yol boyunca hayvana bağırmış, onu ayaklarıyla dürtmüş ve geri dönmesi ve onu Erec’e götürmesi için elinden geleni yapmıştı. Ama hayvan onu dinlememişti. Alistair böyle bir atla ilk kez karşılaşıyordu. Bu at sadece ve sadece kendi efendisinin sözünü dinliyor ve kararlılıkla ona itaat ediyordu. Onu Erec’in istediği yere götürmek için emir aldığı açıkça belli oluyordu. Alistair sonunda yapabileceği hiç bir şey olmadığı gerçeğini kabul edip, duruma boyun eğdi.
Şehrin kapılarından geçerken Alistair uzun bir süre sözleşmeli köle olarak yaşadığı bu şehre geri döndüğü için karışık duygular içindeydi. Gördüğü her şey ona tanıdık geliyordu, ama bir yandan da onu taciz eden hancıyla ve bu yerle ilgili olan tüm kötü şeylerle ilgili anılarını da davet ediyordu. Erec’le birlikte buradan ayrılmayı ve onunla yeni bir hayat sürdürmeyi o kadar sabırsızlıkla beklemişti ki… Bu kapıların içinde kendisini güvende hissediyordu, ama içinde oralarda tek başına bir orduyla baş etmesi gereken Erec’le ilgili çok kötü önseziler vardı. Bu düşünce onu hasta ediyordu.
Warfkin’in geri dönmeyeceği belli olunca, Alistair yapabileceği ikinci iyi şeyin Erec’e yardım göndermek olduğunu anlamıştı. Erec ona burada, bu kapıların sağladığı güven ortamında kalıp beklemesini söylemişti ama bu onun yapmak istediği en son şeydi. O ne de olsa bir kral kızıydı. Korkması veya çatışmadan kaçması beklenemezdi. Erec’in tam dengiydi o… Onun gibi soylu ve kararlıydı. Erec’e bir şey olduğu takdirde, yapayalnız yaşaması söz konusu bile olamazdı.
Alistair bu kraliyet şehrini iyi tanıdığı için, Warfkin’i Dük’ün şatosuna yönlendirdi. Şimdi artık şehir kapılarının içinde oldukları için, hayvan onu dinliyordu. Atı şatonun girişine doğru sürdü, attan indi ve onu durdurmak isteyen görevlileri iterek ellerinden kurtuldu. Hizmetkârlık yaparken çok iyi tanıdığı mermer koridorlarda koşmaya başladı.
Alistair kabul salonuna açılan geniş kapıları büyük zorluklarla kırarak açtı ve Dük’ün özel odasına daldı.
Hepsi de kraliyet giysileri içinde olan konsey üyelerinden birkaçı dönüp ona baktı. Etrafında birkaç şövalye olan Dük’se odanın tam ortasında oturuyordu. Herkesin yüzünde şaşkın bir ifade vardı; Alistair hiç şüphesiz önemli bir işin yarıda kesilmesine neden olmuştu.
“Sen de kimsin, kadın?” diye bağırdı birisi.
“Dük’ün resmi toplantısını hangi cüretle yarıda kesiyorsun?” diye haykırdı bir diğeri.
Dük ayağa kalkarak, “Bu kadını tanıyorum,” dedi.
“Ben de,” dedi, Brandt. Alistair onun Erec’in arkadaşı olduğunu biliyordu. “Sen Alistair’sin, öyle değil mi?” diye sordu Brandt. “Erec’in yeni eşi?”
Alistair gözyaşları içinde ona doğru koştu ve ellerini yakaladı.
“Lütfen Lordum, bana yardım edin. Erec’le ilgili!”
“Ne oldu?” diye sordu Dük, panik içinde.
“O çok büyük bir tehlike içinde. Şu anda tek başına koca bir orduyla karşı karşıya! Benim orada kalmama izin vermedi. Lütfen! Yardıma ihtiyacı var!”
Şövalyeler tek bir sözcük bile etmeden ayağa fırladılar ve hiç tereddüt etmeden koşarak odadan dışarıya çıktılar; Alistair de dönerek onlarla birlikte koşmaya başladı.
“Sen burada kal!” diye onu uyardı Brandt.
“Asla!” diye bağırdı Alistair, onun arkasından koşarak. “Sizi ona ancak ben götürebilirim!”
Hepsi birden, tek beden halinde koridorlarda koşarak şato kapılarından çıktılar ve bir an bile tereddüt etmeden, büyük bir grup halinde onları avluda bekleyen atlarına bindiler. Alistair yine Warkfin’in üzerine atladı ve onu dehleyerek grubun önüne geçti. O da diğerleri gibi bir an önce yola çıkmak için sabırsızlanıyordu.
Dük’ün avlusundan geçerlerken, etraflarındaki tüm askerler de atlarına binip onlara katıldılar. Öyle ki, Savaria kapılarından çıktıklarında onlara en az yüz kişiden oluşan ve sayıları giderek artan askeri bir birlik eşlik ediyordu. Alistair atını, Brandt ve Dük’le birlikte en önde sürüyordu.
“Erec senin bizimle birlikte geldiğini bir öğrenirse, kellem tehlikede demektir,” dedi Brandt, onun yanında giderken. “Lütfen bize onun nerede olduğunu söyleyin, leydim.”
Ama Alistair inatla başını iki yana doğru salladı. Atı dörtnala koştururken, etrafındaki adamların atlarının çıkardığı gürültüyü duymazdan gelmeye ve gözyaşlarına hâkim olmaya çalışıyordu.
“Erec’i terk etmektense mezara girmeyi yeğlerim!”
BÖLÜM ÜÇ
Thor atını orman yolunda dikkatle sürüyordu. Reece, O’Connor, Elden ve ikizler, atlarıyla birlikte onun yanındaydılar. Krohn da dizinin hemen dibinde onu takip ediyordu. Bir süre sonra Kanyon’un diğer ucuna gelerek ormandan çıktılar. Sık ağaçlardan oluşan ormanın sınırlarına nihayet geldiklerinde, Thor’un yüreği bir beklentiyle giderek daha hızlı atmaya başladı. Bir elini kaldırarak, diğerlerini sessiz olmaları için ikaz etti. Yanındakilerin hepsi put gibi durarak beklediler.
Thor gözlerini sahilin, açık gökyüzünün ve daha da ötede uzanan ve onları Tartuvian’a, yani İmparatorluk’un uzak diyarlarına götürecek olan sarı denizin uçsuz bucaksızlığında gezdirdi. Thor bu denizin sularını Yüzler’e yaptıkları yolculuktan beri görmemişti. Geriye dönmüş olmak tuhaf bir duyguydu. Üstelik bu kez Halka’nın kaderini belirleyecek olan bir görevleri vardı.
Kanyon’daki köprüyü geçtikten sonraki vahşi doğadaki kısa yolculukları olaysız geçmişti. Kolk ve Brom, Thor’a Tartuvian sahillerinde demir atmış olan küçük bir gemiyi bulması talimatını vermişlerdi. Bu gemi, denize doğru sarkan devasa bir ağacın dallarının altına özenle saklanmış olacaktı. Thor onlardan aldığı talimatı harfiyen uyguladı ve ormanın sınırına geldikleri vakit, özenle saklanmış olan ve onları gitmeleri gereken yere götürecek olan bu geminin yerini saptayarak rahat bir soluk aldı.
Ama hemen sonra kumların üzerinde dikilerek gemiyi inceleyen altı İmparatorluk askerini gördü. Bir başka asker de, kısmen sahilde duran ve hafif hafif bindiren dalgalarla sallanan geminin üzerine çıkmıştı. Aslında orada kimsenin olmaması gerekiyordu.
Bu büyük bir şanssızlıktı. Thor daha ötelere, ufka doğru baktığında, İmparatorluk’un siyah bayraklarını taşıyan binlerce gemiden oluşan filonun çizgi halindeki siluetini gördü. Neyse ki Thor’a doğru değil, farklı bir yöne doğru yelken açmışlardı ve onları Halka’nın etrafından dolanıp Kanyon’dan geçerek, McCloud’un tarafına getirecek uzun ve daire şeklindeki yolu izliyorlardı. Şükür ki, filo farkı bir yöne gitme kaygısı içindeydi.
Şu anda tek sıkıntı bu devriye idi. Muhtemelen rutin bir keşif görevinde olan bu altı İmparatorluk askeri, bir şekilde bu Lejyon gemisine rastlamış olmalıydılar. Bu, Thor ve yanındakiler için kötü bir zamanlamaydı. Eğer Thor ve yanındakiler sahile onlardan birkaç dakika önce varmış olsalardı, gemiye