Şeref Yemini . Морган Райс. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Морган Райс
Издательство: Lukeman Literary Management Ltd
Серия: Felsefe Yüzüğü
Жанр произведения: Героическая фантастика
Год издания: 0
isbn: 9781632914668
Скачать книгу
saklaması gerektiğini söylemişti. Şimdi geriye baktığında, babasının asla korkmuş gibi görünmediğini hatırladı. Tek bir kere bile. Belki de bu sadece bir gösteriydi, öyle idiyse bile iyi bir gösteriydi. Bir lider olarak, bakışların her an onun üzerinde olduğunu biliyordu ve insanların bu gösteriye, belki de liderlikten bile daha fazla ihtiyacı olduğunun da farkındaydı. Korkularının esiri olamayacak kadar özverili bir insandı babası. Gwen de onun yolunu takip edecekti. O da korkularının esiri olmayacaktı.

      Gwen etrafına bir göz gezdirdi yanında yürümekte olan Godfry’yi ve onun yanındaki şifacı kadın Illepra’yı gördü; ikisi aralarında konuşuyorlardı. Gwen Illepra’nın Godfry’nin hayatını kurtardığından beri onların birbirlerinden giderek daha çok hoşlandıkları kanaatine vardı. Gwen, diğer erkek kardeşlerinin yanında olmasını çok isterdi ama Reece, Thor’la birlikte gitmişti. Gareth’ı hayatından tamamen silmişti ve Kendrick de hâlâ doğudaki bir yerin yeniden inşasına yardım etmek için bir ileri karakol görevindeydi. İlk iş olarak, ona bir haberci yollamıştı. Habercinin ona vaktinde ulaşması ve onu Silesia’yı savunmak için Gwen’in yanına getirmesi için dua ediyordu. O şekilde hiç olmazsa kardeşlerinden ikisinin, yani Kendrick ve Godfry’nin onunla birlikte Silesia’ya sığınmasını sağlamış olacaktı. Yalnız, en büyük kız kardeşi Luanda bu hesaba katılmış olmuyordu.

      Luanda, çok uzun zamandan beri ilk kez Gwen’in düşüncelerinde yer alıyordu. Gwen ablasıyla her zaman çetin rekabet içinde olmuştu; onun eline geçen ilk fırsatı değerlendirip Kral’ın Sarayı’ndan kaçmasına ve o McCloud’la evlenmesine hiç şaşırmamıştı. Luanda her zaman çok hırslı olmuştu ve her şeyde birinci olmayı isteyen bir doğası vardı. Gwendolyn aslında onu seviyordu ve genç yaşlarında onu hep kendisine örnek almıştı; ama hırslarından vaz geçmeyen Luanda bu sevgiye karşılık vermemişti. Gwendolyn bir süre sonra çabalamaktan vaz geçmişti.

      Yine de şimdi onun hesabına üzülüyordu. McCloud ülkesi Andronicus tarafından istila edildiğine göre, ona neler olduğunu merak ediyordu. Onu öldürürler miydi? Bu düşünce Gwen’in titremesine neden oldu. Birbirlerine rakiplerdi ama sonuçta hâlâ iki kız kardeşlerdi ve onun vaktinden önce ölmesini hiç arzu etmezdi.

      Gwen daha sonra annesini düşündü. Aileden bir tek o, Gareth’la birlikte Kral’ın Sarayı’nda, kendi ülkesinde mahsur kalmıştı. Gwen bunu düşününce elinde olmadan ürperdi. Annesine çok kızmış olmakla birlikte, onun sonunun böyle olmasını hiç istemezdi. Kral’ın Sarayı istila edilip yağmalandığında ne olurdu? Annesi de katledilir miydi?

      Gwen kendisi için özenle planladığı hayatın çökmekte olduğunu düşünmeden edemedi. Luanda’nın yaz ortasında muhteşem bir şölen şeklinde gerçekleşen düğünü daha dün gibiydi. Kral’ın Sarayı o dönemde bereket içindeydi, o ve ailesi hep birlikteydiler ve bu olayı kutluyorlardı. Hepsinden de önemlisi Halka ele geçirilemeyecek kadar sağlam ve dayanıklıydı ve sonsuza dek öyle kalacakmış gibi görünüyordu.

      Şimdiyse her şey parçalara ayrılmıştı. Hiç bir şey eskisi gibi değildi.

      Aniden soğuk bir sonbahar rüzgârı esmeye başladı. Gwen yünlü, mavi süveterini omuzlarına aldı. Bu yıl sonbahar kısa sürmüştü, kış gelmek üzereydi. Kanyon üzerinden Kuzey’e doğru yol alırken nemle birleşerek daha da ağırlaşan buz gibi rüzgârların gelmekte olduğu iyiden iyiye hissediliyordu. Gökyüzü artık daha çabuk kararıyordu ve ısı azaldıkça alçaktan uçmaya başlayan kızıl ve kara akbaba gibi Kış Kuşları’nın çığlıkları yeniden duyulmaya başlamıştı. Durmadan karga gibi öten bu kuşların sesi bazen Gwen’in sinirlerini geriyordu. Gelmekte olan ölümün sesi gibiydi sanki.

      Thor’la vedalaştıktan sonra hepsi birden Kuzey’i takip ederek Kanyon boyunca ilerlemişlerdi. Bu yolun onları batı Halka’nın en batısındaki şehre, Silesia’ya götüreceğini biliyorlardı. İlerlerken, Kanyon’un dalga dalga yayılan tüyler ürpertici sisi, Gwen’in ayak bileklerini yalıyordu.

      “Artık epeyce yaklaştık, leydim,” dedi bir ses.

      Gwen başını çevirince, konuşan kişinin Silesia’nın çarpıcı kırmızı zırhını giymiş olan Srog olduğunu gördü.  Kırmızı zincirli zırhlar ve çizmeler giymiş olan savaşçılarından bazıları da Srog’un her iki yanında duruyordu. Gwen, Srog’un ona karşı gösterdiği nezaketten, babasının anısına olan sadakatten ve Silesia’ya sığınmalarına izin vermesinden çok duygulanmıştı. Sığınacak bir yerleri olmazsa, o ve halkı ne yaparlardı? Kral’ın Sarayı’ndan çıkamayacaklar ve kalleş Gareth’ın insafına kalacaklardı.

      Srog, Gwen’in bu güne kadar rastladığı en onurlu lordlardan biriydi. Emrinde binlerce asker vardı ve Batı’daki ünlü kalenin kontrolü de onun elindeydi. O yüzden Srog’un aslında kimseye biat etmeye veya saygı gösterisinde bulunmaya ihtiyacı yoktu. Ama babasına saygı göstermişti. Aralarında her zaman hassas bir güç dengesi vardı. Babasının babası zamanında, Silesia’nın Kral’ın Sarayı’na çok ihtiyacı olmuştu, ama babasının döneminde bu ihtiyaç azalmıştı ve onun dönemindeyse hemen hemen hiç olmamıştı. Nitekim Kalkan’ın indirilmesi ve Kral’ın Sarayı’ndaki karışık ortam nedeniyle, şimdi onların Silesia’ya ihtiyacı vardı.

      Elbette, Gümüş ve Lejyon askerleri, Kral’ın ordusunun yarısını oluşturan ve Gwen’e eşlik eden binlerce asker gibi, dünyanın en iyi savaşçılarıydı. Buna rağmen Srog, diğer lordların çoğu gibi, kapılarını onlara kapatabilir ve kendi işine bakabilirlerdi.

      Tam tersine Srog, Gwen’i arayarak ona olan bağlılığını ifade etmiş ve hepsine ev sahipliği yapmakta ısrar etmişti. Bu, Gwen’in bir gün bir şekilde geri ödemekte kararlı olduğu zarif bir davranıştı. Elbette, hepsi hayatta kaldıkları takdirde…

      “Kaygılanmanıza gerek yok,” diye yumuşak bir sesle yanıt verdi Gwen, elini Srog’un bileğinin üzerine koyarak. “Sizin şehrinize gelebilmek için dünyanın bir ucuna kadar bile yürüyebiliriz. Bu zor zamanlarda bize göstermiş olduğunuz bu insaniyet için çok şanslıyız.”

      Srog gülümsedi. Yüzünde yaşadığı savaşların sürüyle izini taşıyan, kızıl-kahverengi saçlı, güçlü çeneli ve sakalsız, orta yaşlı bir savaşçı olan Srog, sadece bir Lord değil, bir halk adamı ve gerçek bir savaşçıydı.

      “Babanız için ateşin bile üzerinde yürürdüm,” diye yanıt verdi Srog. “Teşekkür etmenize gerek yok. Onun kızına yardım ederek ona olan borcumu ödemek benim için büyük bir onurdur. Zaten, ülkeyi sizin yönetmeniz onun arzusuydu. O yüzden, benim için sizin çağrınıza yanıt vermek, onun çağrısına yanıt vermekle aynı şeydir.

      Gwen’in yanında yürüyenler arasında Kolk ve Brom da vardı. Arkalardansa   binlerce mahmuzun hiç durmayan takırtısı, kılıçların kınları içinde şakırdaması ve zırhlara çarpan kalkanların sesi duyuluyordu. Kanyon’un ucu boyunca kuzeye doğru muazzam bir kakofoniyle ilerliyorlardı.

      “Leydim,” dedi Kolk, “müthiş bir suçluluk duygusu içindeyim. Thor’a, Reece’e ve diğerlerine yalnız başlarına İmparatorluk’a doğru yola çıkmalarına izin vermemeliydik. İçimizden daha fazla insan onlarla gitmek için gönüllü olmalıydı. Eğer onlara bir şey olursa, bu benim suçum olacak.”

      “Bu, onların kendi seçimleriydi,” diye yanıtladı Gwen. “Onlar onurlu bir arayış içindeydiler. Gitmesi gerekenler gitti. Suçluluk hissetmenin kimseye bir yararı yok.”

      “Ama eğer Kılıç’la birlikte vaktinde dönmezlerse ne olacak?” diye sordu Srog. “Andronicus’un kapımıza dayanması an meselesi gibi görünüyor.”

      “O zaman biz de direnerek savaşırız,” dedi Gwen kendinden emin bir şekilde. Yanındakileri