“Ağabeyin Neco’ya sordun mu hiç?”
“Ah, Neco bizden farklıdır,” dedi Chebron âdeta küçümseyen bir ifadeyle. “Neco öfkelenip beni bin bir türlü şeyle tehdit eder ama bu konularda benden daha fazla şey bildiğini sanmıyorum çünkü böyle sorular sorduğumda şaşkın şaşkın bakıyor, birkaç kez sanki tanrılara karşı tümüyle saygısız ve dine aykırı şeyler söylemişim gibi elleriyle kulaklarını kapatıp hemen kaçmıştı.”
Ertesi gün başrahip ile grubu Goşen’e doğru yola koyuldu. Yolculuğun ilk kısmı nehirde geçti. Tekne genişti, güvertesinde oyma tahtadan bir çardak, uyum içinde ustaca işlenmiş rengârenk ve kocaman yelkenleriyle iki direk vardı. Bu şekilde seyahat eden önemli şahıslar genelde yanlarında arp, borazan ya da kaval çalan en az iki ya da üç müzisyen götürürdü çünkü Mısırlılar müziğe karşı derin bir tutku beslerdi, hafif bir müzikle kendilerine eşlik eden bir müzisyen topluluğu olmadan hiçbir şölen şölenden sayılmazdı. Çeşit çeşit enstrüman olurdu, en çok telli çalgılar tercih edilirdi, bunlar da kanuna benzeyen ufak çalgılardan günümüzde kullanılanlardan çok daha büyük arplara kadar farklı boyutlarda olurdu. Bunların yanı sıra çeşitli borazan türleri, üflemeli çalgılar, ziller ve uzun, dar davullar da bulunurdu.
Fakat Ameres akşam yemeğinden sonra müzik dinlemekten pek hazzetmese de başka zamanlarda bunu dert etmeyecek kadar tecrübeli biriydi. Sık sık müziğin bir şeyler yapmayıp düşünmemek için bir bahane olduğunu düşünürdü, bu yüzden devlet meseleleri dışında müzikten kaçınırdı. Nehirden aşağı ilerlerken oğluna yanından geçtikleri birçok farklı yapıdan bahsetti, birbirine hasırotuyla bağlanmış tahta döşemeli uzun kayıklarında ya da tamamen aynı bitki şeritleriyle bağlanmış papirüslerden oluşan sandallara benzeyen daha küçük teknelerde balıkçıların nasıl balık tuttuğunu; çok sayıda kanala açılan giriş bölümlerini gösterip nehir suyunu içeri alan geçit kapılarının işleyişini; birçok tapınağın, kasabanın ve köyün tarihini; nehrin üstünde güneşlenen çok sayıda su kuşunun ismini sayıp onların doğasını ve kuş avcıları tarafından nasıl avlandıklarını; büyük mezarları gösterip kimler tarafından inşa edildiğini anlattı.
“En büyük mezar tam bir kibir ve ahmaklık abidesidir oğlum. Piramitlerin en büyüğünü kendisini ölümsüz kılacağını düşünen bir kral yaptırmıştı ama yapımı insanları öyle büyük, öyle feci bir sıkıntıya soktu ki herkes kraldan nefret etti, sonunda da kendisi için yaptırdığı kabre asla kavuşamadı. Görüyorsun ya, öldükten sonra kralları her daim olumlu yönde değerlendirme gibi bir âdetimiz yok. Bir kral öldüğünde halk bir araya gelir ve onlara merhum hükümdarın ülkeyi iyi yönetip yönetmediği sorulur. Eğer yüksek sesle onaylayarak karşılık verirlerse hükümdar muhtemelen kendisi için çoktan hazırlattığı ya da vârisinin yaptırdığı uygun bir mezara gömülür ama verdikleri cevap hükümdarın kötü yönettiği yönünde olursa onuruna düzenlenen kutsal törenler iptal edilir ve kendisi için hazırlattığı anıt mezar sonsuza dek boş kalır. Bu yüzden halkının nefretini kazanan çok az kralımız vardır çünkü genellikle yetiştirilme biçimlerine gösterilen özen, bu süreçte dindarlığı ve eğitimine göre seçilen gençlerle arkadaşlık etmeleri, en yoksul vatandaşları gibi ülkenin kanunlarına saygı göstermek zorunda olmaları onlar üzerinde yeterli bir denetim olur. Fakat öldükten sonra halkları tarafından yargılanacak olmalarının bilinci en pervasız hükümdarın bile üzerinde ihtiyatlı olması için bir baskı kurar.”
“Piramitleri görmeyi çok istiyorum,” dedi Chebron. “Tuğladan mı yoksa taştan mı yapıyorlar? Çünkü duyduğuma göre yüzeyleri o kadar pürüzsüz ve parlakmış ki sanki tek bir parçadan kesilmiş gibi görünüyorlarmış.”
“Piramitleri devasa taş bloklardan yapıyorlardı, her bir bloğu kesildiği taş ocağından taşımak için yüzlerce adam gerekiyordu.”
“Peki, çalışanlar genellikle köle mi yoksa halktan mı?”
“Savaşta ele geçirilen çok sayıda köle çalışıyordu,” dedi rahip. “Ama sayıları ne kadar olursa olsun bu iş için bir hayli yetersiz kalıyorlardı, bunun üzerine Mısır halkının neredeyse yarısı evlerini terk edip piramitlerde çalışmak zorunda kalıyordu. Ortaya çıkan yük ve sıkıntı o kadar büyüktü ki bu piramitleri yaptıranlar şimdi bile lanetlerle anılıyor, haklı olarak tabii; aynı işgücünü kullanarak ne faydalı işler yapılmazdı ki! Mesela ülkedeki kanal sayısı iki katına çıkarılabilir, toprağın verimi büyük ölçüde artırılabilirdi. Bataklık ve sığ göllerden geniş araziler elde edilebilir, tarladan elde edilen ürün iki katına çıkarılabilirdi.”
“Ne görkemli tapınaklar yapılabilirdi belki de!” dedi Chebron hevesle.
“Hiç şüphesiz oğlum,” dedi rahip kısa bir sessizliğin ardından sakince. “Ama tanrılar için yapılan tapınaklarının onlara layık olması yerinde ve isabetli olsa da biz yine de tanrıların Mısır’ı sevdiğine ve halkın refah içinde yaşamasından mutlu olduğuna inanıyoruz; bence az önce bahsettiğim işlere benzer halkın durumunu iyileştirecek büyük gelişmeleri onurlarına görkemli tapınaklar ve uzun sıralar halinde sfenksler yapılmasına tercih ederlerdi.”
“Evet, galiba öyle,” dedi Chebron düşünceli bir şekilde. “Ama baba, bize hep en önemli görevimizin tanrıları onurlandırmak olduğu, yeni tapınaklar yapıp halihazırda olanları güzelleştirmek için harcanan paranın en doğru harcama olduğu öğretildi.”
“En büyük görevimiz tabii ki tanrıları onurlandırmaktır Chebron ama bunun en doğru şekilde nasıl yapılacağı başka bir konu ve senin gibi genç birinin kafa yorması için de fazla derin bir mesele. Bunun için ilerleyen yıllarda çok vaktin olacak. Bak, nehrin sağ kıyısındaki tapınağı görüyor musun? Bu gece orada konaklayacağız. Ulağım geleceğimizi onlara haber verecek, biz varana kadar her şey hazırlanmış olacak.”
Tapınağa yaklaştıklarında nehrin eşiğine kadar uzanan büyük taş basamaklarda toplanmış olan bir sürü insan gördüler, ardından bir müzik duyuldu. Ameres iskeleye vardığında hepsi önünde eğilmiş olan rahipler tarafından büyük bir saygıyla karşılandı, daha alt konumlardakiler ise yüzleri yere değene kadar eğildiler ve Ameres yanlarından geçip gidene kadar kalkmadılar. Tapınağa girdiği anda geçit töreni başladı. Kutsal çanaklar ve tanrı sembolleri taşıyan rahipler önünden geçip mihraba yürüdü; ortalıkta görünmeyen müzisyenlerden oluşan bir grup ayinlere özgü bir nağme tutturdu, adak ve semboller taşıyan rahibeler ve genç kızlar da Ameres’in peşinden yürüdü. Ameres de haliyle mihraptaki kurban töreninde başlıca rolü üstlenip kurbanın boğazını kesti ve parçalarını özellikle tanrılara adanması için bir kenara koydu.
Merasim bittikten sonra geçit töreni başrahibin evine kadar devam etti. Burada herkes yeniden başrahibi selamladı, akabinde Ameres, oğlu ve hizmetçileriyle içeri girdi. Bir ziyafet halihazırda onları bekliyordu. Ameres önde gelen rahiplerle sofraya oturdu, Chebron ise kendisi için hazırlanan odaya çekildi ve yemeği masada servis edildi. Amuba ve başrahibin geri kalan hizmetçileri başka bir odada yemek yedi. Chebron yemeğini bitirdikten hemen sonra Amuba’nın yanına geldi.
“Hadi kimseye görünmeden çıkalım buradan,” dedi. “Ziyafet saatlerce sürer, sonra da geceye kadar müzikli eğlence olur. Babam tüm bunlardan iliklerine kadar nefret eder; o sade yemekleri seviyor, rahiplerin de sade yemeklerden başka bir şey yememesi gerektiğini düşünüyor. Yine de bir konuğun önüne konan yiyecekle ilgili yorum yapması nazik bir davranış olmayacağı için şölen