Hatta Savcı Osman Sabri Efendi kendisi cinayet yerini incelemekle görevli değil iken, bu sabah şu haneyi ilk ablukaya kendisinin almış bulunması, birkaç katili otuz kırk askerle incelemeye gitmesi bir kahramanlık taslamak için değildi. Aksine cinayet işlerine bakan daha doğrusu oraya kimse varmadan ve delilleri karartan bir şey olmadan ilk olarak kendisi bizzat incelemek için oraya alelacele varmıştı. İşte bu hassasiyetten dolayı asılanın odası içinden bir habbenin yeri değiştirilmemesini emir ve tembih ettikten sonra şunu da ilave etti ki:
“Bütün hane içinden hiçbir şeyin yeri değiştirilmesin. Hiç kimse dışarıya çıkmasın.”
Hatta aşağıda kapı yanında bulunmalarını Abidin Çavuş’a emretmiş olduğu iki askerden birisini çağırıp, hane içinde bulunan eşyanın yerlerinin değiştirilmemesini ve hele dışarıya ne bir insan ne de bir şey çıkarılmasını tekrar tembih etti.
Sonra hane halkını etrafına toplayarak şu yolda sorgulamaya başladı:
“Asılanın ismi nedir?”
Kocakarı: “Halil Sûrî. Biz Arap’ız efendim! Sûr şehrinden olduğumuz için oğlum Halil’in lakabı da ‘Sûrî’ kalmıştır.”
“Şu genç kız sizin nenizdir?”
“Oğlumun merhume karısından hasıl olan kızıdır.”
“Bunlar da kâmilen uşak ve hizmetkârlardır öyle mi?”
Cümlesi birden: “Evet efendim, evet!”
“Uşaklarınızın en yenisi kaç aydan beri hizmetinizdedir?”
“En yenisi şu Rum kızıdır ki dört aydır hizmetimizdedir. Bu Ermeni karısı bir buçuk senelik, şu aşçı Caspar iki senelik, bu uşak Artin de dört buçuk senedir hizmetimizdedir.”
“Cümlesinin sadakatinden, iffetinden eminsiniz ya?”
“Evet efendim, cümlesinden memnunuz.”
“Asılan kaç yaşındadır?”
“Otuz bir efendim!”
“Sanatı nedir?”
“Sanatı tellaldır.”
“Ne tellalı?”
“Efendim çarşıda mağazası vardır. Kuyumculuk da eder, saatçiliğe de karışır. Hatta sarraflık bile eder. Her ne iş olsa girişirdi. Ah, evladım pek çalışkan idi. Emlak alım satımına bakar, taşralılara mal ve para gönderip getirtmek işlerinde bulunur. Kısacası pek güzel çalışırdı.”
“Mağazasında yazıcı, kâtip gibi kimsesi var mıdır?”
“Vardır efendim. İbrahim Şosen derler, Beyrutlu bir çocuk vardır.”
“O çocuk nerede yatar kalkar?”
“İstanbul’da, Büyük Han’da odası vardır.”
Burada savcı efendi biraz dinlenir gibi durdu. Biraz daha sonra yine suale başladı. Sordu ki:
“Asılanın şu yakınlarda işlerince bir fenalığı, bir ziyanı filan olduğunu bilir misiniz?”
“Hayır efendim ziyana dair bir şeyi olduğunu bilmiyoruz.”
“Sizi daima işlerinden haberdar etmek âdeti değil midir?”
“Değildir efendim, bize işlerine dair hiçbir vakit malumat vermez.”
“Ee, kendisinde öyle bir elem, keder alameti görüyor muydunuz?”
“İnsan değil mi efendim, elbette elemi de olur kederi de.”
“Hayır ama canına kastedecek derecelerde bir ümitsizlik varsa elbette hâlinden anlayabilirsiniz.”
“Hayır efendim hayır! Öyle canından bizar olacak kadar hiçbir kederi yoktu.”
Osman Sabri Efendi sorguyu bu dereceye vardırdığında, aşağıdan yukarıya doğru asker adımları olduğu patırtısından anlaşılan bir iki ayak sesi geldi. Biraz sonra Yüzbaşı Cafer Ağa ile Abidin Çavuş ve onun arkasından da Hafiye Necmi Bey gözüktüler.
3
Bu memurların varışı üzerine Osman Sabri sorgulamaya devam etmedi. Fakat kadına sorduğu sualler ile aldığı cevapları bir kâğıda yazmadığı hâlde dahi zihninde hıfzettiğinden dolayı, sanki elinde bir sorgu evrakı varmış da onu okuyormuş gibi gelenlere ve fakat onlar arasında özellikle Necmi Bey’e sorgunun akışını anlattı.
Necmi Bey, Osman Sabri’yi tamamen dinledikten sonra savcının burnuna kadar sokularak yalnız ona işittirebilecek bir yavaş ses ile sordu ki:
“Hane içinde bulunanlardan bir şüphen var mı?”
“Henüz hiçbir şüphem yoktur.”
“Yüzleri pek fena görüyorum.”
“Cinayetin dehşetinden ve polisin heybetindendir. Gerçi kapıya emir verdim. Hiçbir yere savuşamazlar.”
Bu sözler yavaşça konuşulduktan sonra Osman Sabri yavaş bir ses ile Necmi’ye dedi ki:
“Şimdi hep beraber asılanın odasını tetkik ve orada lazım gelen tahkikatı icra edelim.”
Fakat bu tetkik ve tahkikatta ne kocakarıya ve ne de hane halkından sair hiçbir kimseye ihtiyaç olmadığından, herkesin yerli yerlerine çekilmelerini emrettiler.
Asılanın bulunduğu odaya geldikleri zaman, evvela yüz takımı üzerinde vedanameye, vasiyetnameye benzer bir kâğıt aramaktan incelemeye başladılar. Hâlbuki odada hokka, kalem bile yoktu. Ne yazılı, ne de yazısız herhangi bir kâğıt görebildiler. Asılanın bir koltuk sandalyesi üzerinde bulunan elbiselerini de incelediler. İçinden bir iki lira, birkaç mecidiye ve biraz da ufaklık çıktıysa da evraka dair hiçbir eser çıkmadı.
Bunun üzerine zabıta memurları birbirinin yüzlerine baktılar. Necmi Bey sordu ki:
“Bu nasıl intihar? Kendisine kıyacak olan adam mutlaka kastetme sebebini veyahut kendisinden sonra familyası halkının edeceği hareketi yazar. Mutlaka bir evrak bırakır. Acaba öyle bir evrak varmış da validesi filan mı almış?”
Osman Sabri: “Hayır! Odadan dışarıya bir çöp çıktığı yoktur.”
Necmi: “Öyle ise bunda bir bit yeniği anlıyorum.”
Osman Sabri: “Dur bakalım, öyle pek de acele etme!”
Asılanın tavandaki halkaya raptetmiş olduğu ipi muayeneye başladılar. Necmi Efendi dedi ki:
“Tavan üç metre kadar yüksekliktedir. Şurada bir iskemle var ki asılan ipi tavandaki halkaya takmak için bu iskemle üzerine çıkmış olsa da ayaklarının da ta parmakları ucuna bassa yine halkaya kadar yetişemez. Bir karıştan ziyade daha mesafe kalır. Bu hâlde acaba ipi halkaya nasıl takmış olur?”
Cafer Ağa: “Hem de tavanda askılı lambayı evvela aşağıya indirmiş de sonra ipi takmış. Nah, işte lamba dahi yüz takımının yanında duruyor.”
Osman Sabri: “Ben de deminden beri buna dikkat ediyordum. Mutlaka şu yüz takımının masası halka altına kadar çekilerek ve onun üzerine de iskemle konularak bu ip şu halkaya takılmış. Kilime dikkat ediyor musun kilime? Üzeri mermer kaplı olan ağır masa çekilip buraya kadar getirilirken kilimin kadifeleri üzerine nasıl iz bırakmış?”
Zabıta memurları o izlerden ziyade birbirinin yüzlerine baktılar. Necmi Bey dedi ki:
“Ben bu işte bir yardım parmağı var diyeceğim. Çünkü asılan bu ipi kendi takması için şu taş masayı buraya kadar kendisi çekmişse, ipi taktıktan sonra onu yine eski yerine kadar