Ondan pek ziyade bir şey. Sakal ve bıyığın hakikaten erkekliğin alameti olduğuna hiç şüphe etmemelidir. Zira doğuşları erkek olduğu hâlde gerek yaratılışça ve gerek hususi olarak bu özelliği yok olmuş bulunanlarda sakal ve bıyık dahi kalmayarak farklı bir görüntü ortaya çıkar.
Yalnız sakal ve bıyık değil. Hz. Âdem’in Hz. Havva’dan farklı bir özelliği sayılan sesi de kalmaz ve incelir.
İşte bizim Hafiye Necmi böyle bir ak ağadır ki kıyafet değişikliğinde dahi mahareti olmakla, kadın kıyafetine girdiği zaman hiçbir kimsenin tanıyamayacağı kadar mükemmel bir kocakarı olurdu.
Hafiye Necmi erkek kıyafetini giyip de Savcı Osman Sabri Efendi’nin yanına oturduğu zaman bir de sigara yaktı. Sonra dedi ki:
“Bir iz bulabilip bulamadığımı soruyorsun ha! Hey kuzum hey! Her tavşan adama iz mi gösterir? Bazı usta tavşanlar vardır ki sağa sola, öne arda, döne döne beş adım sıçrayarak iz kaybederler. Bunlara karşı gayet mahir bir avcı olmalıdır ki iz bulabilsin.”
“Senin işte o mahir avcı olduğuna şüphe yoktur.”
“Benim de yoktu. Ama bu işte biraz şüpheleneceğim geliyor.”
“Ee, nasıl ettin bakalım?”
“Bohçacı Ziynet Kadın bohçasını yakalayarak doğruca Hediye Hanım’ın konağına gitti. Cariyelere güzel mendiller ve Fil de Cos çoraplar filanlar göstermeye başladıysa da bu konak diğer bildiğimiz safderunların mahalli değilmiş. Bize güvenmediler. Bir acuze kâhya kadın var ki polis reisi seçseler layık olur. Hemen beni oraya kimin gönderdiğini sorar. Bir aralık bu suallerden maksat, acaba beni bir fuhuş vasıtası olarak mı kabul etmek istiyor, diye bir düşünce üzerine az kalmıştı ki zihnimden aslı yoktan bir muhabbet ve sevda hikâyesi tertip edeyim de o maksat üzerine geldiğimi söyleyeyim. Fakat kâhya kadının karşısında aşık atamayacağımı anladığımdan hiç de böyle güç bir işe girişemedim.”
“İyi ettin, foyan ortaya çıksaydı konaktan pek fena bir hâlde çıkardın.”
“Ben onu düşünmedim. Biraz avanak görünürsem belki güven kazanırım diye düşündüm. Öyle de hareket ettim. Beni hiçbir kimsenin göndermediğinden ve ben pek işgüzar bir kadın olduğumdan bahisle, büyük büyük hanımların cevahir tellallığında bile istihdam eylediklerini söyledim.”
“Ee, yine haddinden dışarıya çıktın.”
“Yok yok! Dur bak ne oldu, ‘cevahir tellalı’ dediğimde kâhya kadının dikkatli nazarları açıldıysa da inanmak istemedi. Üzerimde cevahir bulunup bulunmadığını sordu. Ben dedim ki ‘Şimdiki hâlde yoksa da gerektiği zaman getirebilirim.’ ”
“Öyle ya! Emanetten, filandan birçok elmas vesaire bulabiliriz.”
“Evet, nihayet kâhya kadın bize anlattı ki o konağın halayıkları, filanları öyle mendil, çorap, eldiven, boyun bağı gibi bohçacıların eşyalarını satın almazlar. Fakat cevahircilik gibi mühim bir ticaretim varsa hanımefendiye kadar takdim olunabilirmişim! Anlıyorsun ya, demek oluyor ki Hediye Hanımefendi hazretlerinin mahrem dairesine girmeye yol bulabileceğiz. Şu kadar var ki bugünlük hiçbir havadis alabilmek mümkün olamadı.”
“Zararı yok dostum geç olsun da güç olmasın derler.”
“Şimdi sen bana bir hayli elmas temin etmelisin.”
“Öyle olacak ama mutasarrıf paşa hazretleri bu işte ilk gösterdiği gayrette devam etmeyecek gibi anladığımdan, korkarım ki mücevheratı tedarikte güçlük çekeceğim. İşin en kolayı bizim için böyle güç olursa artık muvaffakiyetin daha ne kadar güçleşeceğini düşünmelisin. Fakat ümitsiz olma Necmi. Her hâlde Cenabıhak bizim gibi doğrulara yardımcıdır.”
Bugün artık savcı efendi Öreke Taşı Vakası’yla meşgul olmadı. Başka bir işi de olmadığından Feriköy’üne doğru hava almak için gezmeye çıktı.
Akşam hanesine geldiğinde Hafiye Necmi’nin istediği elmasları nereden bulacağını bir hayli düşündü. Gerçi pek çok suretler hatırına geldiyse de hiçbirisini hakkıyla beğenmiyordu.
Bu merakla yatağına yattı. Ertesi günü Galatasaray’a geldiğinde kendisi için gelmiş bir mektup buldu. Hemen açtı. Yeni dostu gazete yazarı tarafından yazılmış olup sureti de şudur:
Azizim Osman Sabri Bey, Vermiş olduğunuz mektubun şifresini açacak olan anahtarı bulmuş isem memnun olur musunuz?
Mâniniz yok ise gazetehaneye teşrif ediniz de size okuyayım.
İKİNCİ KISIM
BEYOĞLU’NDA BİR İNTİHAR
1
İntihar, yani insanın kendi nefsine suikast etmesini ahlak ilmiyle uğraşanlar ittifaken cinayetlerin en büyüğü, en müthişi sayarlar. Acaba hakları yok mudur?
“Can benim değil mi? Vücut benim değil mi? Kendi nefsime kendim kıyarsam kimin ne demeye hakkı olacaktır!” gibi sözler öyle birtakım safsatalar ki ilk anda insana doğru gibi görünürler ise de biraz derince düşünülür ise, tümüyle hükümden düştükleri ortaya çıkar.
İnsan kendisine kıydıktan ve geberip gittikten sonra, gerçi ona artık bir şey diyebilmek imkânı da mahvolmuştur. Hatta bir adam cezası kısas olan bir katletme fiilinde bulunsa da birkaç gün sonra da gelmiş olan eceliyle vefat etse, o katile de kimsenin diyeceği kalmaz. İntihar ise bir katil cinayetidir. Hem de kendi kendisine olan bir katletme işi olduğu gibi kısasa sebeptir. Fakat bu cinayette öyle bir gariplik vardır ki yalnız o gariplik yukarıda beyan etmiş olduğumuz safsatalara yol açar. Zikredilen gariplik ise haddizatında bakınız ne kadar sadedir:
İntihar, kısasa sebep bir katletme cinayeti olup kısas ve idam cezası da o cinayetin kendisinden ibarettir. Bir adam nefsine kıymakla hem bir katletme fiilinde bulunmuş hem de o katletme fiilinin sebep olduğu idam cezasını kendi kendisine icra etmiş olur.
Dünyada hiçbir şey felsefeden, hikmetten hariç olamaz. Hükümlerinin hikmetinden sual edilmeyen yalnız Cenâb-ı ahkâmü’lhâkimîndir. Hâlbuki onun da hükümlerinin hikmetini biraz düşünürsek kendisinden suale hacet kalmaksızın bize verdiği akıl ve düşünceyle bulabiliriz. Her şeyde olduğu gibi bilhassa adli kanunlarda da bu hikmetlere dikkat edilmiştir.
Adli kanunlar, katledeni niçin cezalandırıyor? Sadece bir katletme fiilinde bulunduğu için mi? O hâlde hatayla meydana gelen katilleri de kasten katletmiş gibi saymak gerekirdi. Hâlbuki kasten ile hata arasında büyük bir fark arıyor. Hatayı bir iki sene hapisle cezalandırıp kasti olanı ise kısas ile cezalandırıyor.
Fiillerin ikisi de bir, yani bir adamın diğer bir adam eliyle idamından ibaret olduğu hâlde kaza ile kasten arasında bu farkın bulunması bize gösteriyor ki adli kanunların kısasa şayan gördüğü şey bir adamın katledilmiş olması değildir. Belki katilin kastıdır.
Evet, asıl cinayet kasıttır. Hatta kazada hata nevinden değil; kanunun “haddim olmayarak, istemeyerek” dediği bir katletme ile “isteyerek” tabir ettiği katletme arasında da bir büyük fark görülüyor. O kadar büyük ki evvelkisinin cezası geçici kürek cezası olduğu hâlde ikincisinin cezası idam oluyor.
İsteyerek olsun, istemeyerek olsun, iki katlin ikisinde de bir kasıt olduğu hâlde o kastın yalnız katletme fiili vukuya geleceği esnada hasıl olmuş bulunmasıyla ondan evvel, yani epeyce bir zamandan beri mevcut olması arasında kanunen o kadar büyük bir fark görülüyor ki bu fark ölüm ile hayat arasındaki fark kadar büyük oluyor. Zira birisi katilin hayatta kalmasını, diğeri de öldürülmesini gerekli görüyor.
Şimdi