“Şu yaranın hangi gün açıldığı olsun hatırında kaldı mı? Elbette efendinin yaralandığı gün sen de haber almışsındır.”
“Evet, haber aldım. Bundan bir ay kadar, belki de otuz dört, otuz beş gün evvel idi.”
“Çelebiyi nerede vurmuşlar? Bunu olsun öğrenebildin mi?”
“Hayır, öğrenemedim. Şu kadar var ki o gün çelebi galiba Büyükada’ya gezmeye gitmişti. (Kocakarıya hitap ile) Hani ya madam, hatırınıza geliyor ya, yemekler yapmıştık.”
“Yemekler mi? Aman kız çabuk söyle, yemekler mi?”
Osman Sabri bu suali biraz ziyadece telaşla söylediği için hizmetçi kıza bir ürküntü geldi. Osman Sabri bu ürküntünün farkına varınca, gösterdiği telâşa pek ziyade pişman oldu. Kendi kendisini suçlar yollu içinden dedi ki:
“Hay Allah cezamı versin! Telaşın ne manası vardı? Mükemmel bir adliye memuru olamayacağım vesselam.”
Birdenbire telaşı terk ederek kızı sorgulamaya devam etti. Dedi ki:
“Bundan bir ay, otuz beş gün kadar önce size yemekler pişirtip Büyükada’ya gitti, öyle mi?”
“Evet, efendim.”
“Ee, hane halkından çelebi ile beraber kimse gitmedi mi?”
“Hayır, efendim, kimse gitmedi. Hatta artan yemekleri, takımları filan köprüye kadar indirmek istemiş idi de çelebi kendisini menederek çarşı hamalı ile götürmüştü.”
“Pekâlâ kızım. İnşallah çelebin için en hayırlı hizmetkâr sen çıkarsın. Size şimdiden haber vereyim ki Halil Sûrî kendi kendini asmamıştır. Onu bazı düşmanları öldürmüştür ki göğsüne bu yarayı açan da onlardır. Siz telaş etmeyiniz. Ben bu akşam senden biraz şeyler daha soracağım. İyi mi?”
“Pekâlâ efendim! Sorunuz efendim! Ah zavallı çelebiciğim!”
Kız ağlamaya başladı. Hane halkı da tekrar ağlaşmaya başladılar.
Osman Sabri Efendi tekrar asılanın odasına vardığında baktı ki Doktor Eksindaki Halil Sûrî’nin midesini açmış Osman Sabri sordu ki:
“Zehirlenmeye dair alamet var mı?”
“Hayır! Zehirlenme alameti göremiyorum. Göremediğim için biraz canım sıkılıyor.”
“Gerçi öyle arkadaş.”
“Dahası var. Halil Sûrî o akşam Büyükada’ya bir ziyafet tertip etmiş. Hizmetçi kızın ifadesi böyle ama Halil Sûrî burada yemekler pişirtmiş. Sofra ve işret takımları almış. Büyükada’da o kadar mükemmel oteller, lokantalar dururken ta buradan yemekler, takımlar gider mi?”
“Aman Sabri! Vallahi benim de inanacağım geliyor. Ee?”
“İnanacağım değil şüphe bile kalmıyor. Zira yemekler tertip ettiği ve burada herifin iki uşağı bulunup, bunlardan birisi eşyayı köprüye kadar indirmek için hizmet ettiği hâlde Halil Sûrî kendi uşağının hizmetini kabul etmeyip eşyayı çarşı hamalına naklettirmiş.”
“Aman, o hamalın kim olduğunu kız biliyor mu?”
“Bak gördün mü bir kere bunu sormayı unuttum. Şimdi gider sorarım. Fakat bizim emanette birçok eşyamız var. Onları kıza gösterdiğim gibi hangileri kendilerinin eşyası olduklarını derhâl gösterir.”
“Sabri sen telaşla sorulacak şeylerin çoğunu unutmuşsun. Arkadaş, insan kıza ‘Giden eşyayı efendiniz tamamen getirdi mi?’ diye bir sual daha sormaz mı?”
“Hakkın var kardeşim, hakkın var! Telaş etmedim değil. Sevincimle o kadar telaş ettim ki âdeta kızı dahi ürkütecektim. Sen burada dur. İkimiz gidersek belki acemi kızcağız ürker. Ben yalnız sorarım.”
Osman Sabri tekrar dışarıya çıktı. Bu defa kızı hane halkının yanında sorgulamayıp ayrıca bir tarafa çekti. Sordu ki:
“Kızım, çelebi o yemekleri, takımları filanları buradan hangi hamal ile naklettiğini hatırlayabilir misin? O hamalın ismini bize haber verebilir misin?”
“Hayır efendim, hamalı görmedim.”
“Başka uşaklar gördüler mi acaba?”
“Ummam, zira çelebi kendi eliyle eşyayı birer birer götürüp kapının dışarısındaki hamala veriyordu. Hem de hamal bir değil, iki idi.”
“Hamalları tanıyamayacağız ha! Neyse bunun zararı yok. Beyefendi yaralanıp geldiği zaman buradan götürdüğü eşya tamamen yine buraya geldi mi?”
Bu sual üzerine kızın rengi attı. Osman Sabri yüzünde ne kadar nezaket alameti göstermek mümkün ise göstererek kızı temin için dedi ki:
“Ne korkuyorsun kızım? Benim sana sorduğum şeyler efendinin düşmanlarını bulmak ve intikamını almak içindir. Demek oluyor ki eşya buraya tamamen gelmediği için korktun da yüzün sapsarı kesildi.”
“Hayır efendim, korkmadım. Fakat çelebi tembih etmiş idi ki bunu da hiçbir kimseye söylemeyim diye.”
“Neyi? Eşyanın eksik geldiğini mi?”
“Eksik geldiğini değil. Hiçbir şey gelmediğini.”
“Acayip, giden eşyadan hiçbir şey gelmedi mi?”
“Evet, hiçbir şey gelmedi. Çelebi bana tembih etti, dedi ki ‘Ben kaybolan eşyanın yerine her şeyi alırım. Sen bunu hiçbir kimseye söylemeyeceksin. Hatta bizim eşyayı getirip de sana bu sizin eşyanız mıdır, diye soracak olurlarsa bile hiç tanımayacaksın.’ ”
“Tuhaf şey, acaba çelebinin bundan maksadı neymiş?”
“Sonra validesi yarasından haberdar olur da merak eder diye.”
“Eşyanın kaybolduğunu da validesi bilmiyor mu?”
“Hayır efendim, bilmiyor. Validesine dedi ki ‘Sofra takımını temizletmeye, yaldızlatmaya götürdüm.’ Böyle diyerek burada kalan takımları da götürüp yerlerine tamamen yenisini aldı.”
“Ee, sanki validesi yarasından haber alacak olursa ne olurmuş?”
“A! Bizim çelebi validesine pek ziyade hürmet eder. Validesi meraklanmasın diye ne yapacağını bilmez. Validesi eğer oğlunda yara olduğunu haber alsaydı, çıldırırdı. Baksanıza, bugün dahi çıldırmadık neresi kalmış?”
Osman Sabri, Halil Sûrî’ye dair kızdan biraz daha malumat alabilir idiyse de o aralık Abidin Çavuş ile beraber üç Frenk tabibi daha geldiğinden Halil Sûrî’nin vefat tarzına dair bunların da verecekleri fikirleri görmek, işitmek için hizmetçi kızı bırakıp asılanın odasına geldi.
Odaya girerken Hafiye Köse Necmi kendisini karşılayarak sordu ki:
“Nasıl, dediklerimi kıza sordun mu?”
“Emanette saklı olan eşya tamamen Halil Sûrî’nin eşyasıdır. Demincek sana diyordum ki Kanlıkaya cinayetinin izini bulmuştum. Şimdi ise sana haber veririm ki bu cinayetin bence sır olacak hiçbir kısmı kalmamıştır.”
Tabipler cesedi ortaya alarak tetkikata başladılar. Bunlar Fransızca konuştukları gibi Yüzbaşı Cafer Ağa ve Abidin Çavuş ve hatta Hafiye Necmi de hiçbir şey anlayamıyorlardı. Osman Sabri Efendi ise Fransızcayı lüzumu derecesinde bildiğinden tabipler ile sohbet de ediyordu.
Mevcut doktorlar sabahtan beri edilen tetkikat ve tahkikatın hülasasını Osman Sabri’den sordular. Osman