Bereket versin ki ben, ismine beygir isabet eden mesutlardan oldum.
Yaralıları orada terk etmek lazım geldiği cihetle öpüştük, koklaştık, ağlaştık, sızlaştık onlarla vedayı icra ederek hayvanlara bindik. Hayvan üzerinde dahi bir meşveret akdederek bunda hepimiz toptan bir tarafa yönelmeyerek, her birimiz farklı taraflara dağılmamız kararlaştı. Zira toplu olduğumuz zaman takibimiz kolaylaşıp dağınık olduğumuz hâlde ise güçleşeceği ve birazımız yakayı ele verir ise birazımızın mutlaka kurtulacağına şüphe olmadığı ortada idi.
Bu hâlde yekdiğerimiz ile ettiğimiz veda ise dünyada burnumu en ziyade sızlatmış olan acılardan olduğunu itiraf ederim. Ta yekdiğerimizi gözden kaybedinceye kadar hiçbirimiz yolumuzun ilerisini teftiş etmeyip daima boynumuzu geriye büker ve sevgili hemşehrileri bir kerecik daha olsun görmek lezzetini elden kaçırmamaya çalışırdık.
İşte bu suretle ayrılıktan sonra ben bir buçuk ayda Hazar Denizi kenarına inmeye muvaffak olabildim ama anamdan emdiğim sütün burnumdan geldiğini dahi âdeta kendi gözümle görür gibi gördüm. İlk üç gün zarfında hayvan aç susuz olduğu hâlde âdeta gece gündüz ılgar eylediğimden hayvanın çatlaması üzerine bir Tatar’ın ahırına hırsız gibi girerek hayvan çalmak ve kendimi hiçbir kimseye göstermemek için köylere daima gece girerek ve haneleri açarak ekmek çalmak gibi cinayetlerde dahi bulundum. Ne yaparsın? Rusya’da bir köy yoktur ki içinde birkaç nefer süvari bulunmasın. Bir kere izimi belli eder isem kurtulmanın imkânsız olduğuna kesin hükmeylemiştim.
Hele bir defasında hastalanmayayım mı? Artık ömrümün son günü geldiğine şüphe kalmadı. Ural Nehri sahilinde bir balıkçı kulübesine müracaat ettim. Bereket versin ki herif Müslüman’mış. Zira hâl-ü şanımdan kaçak olduğum besbelli olup herif ise zaten Moskof zulmünden şikâyetçi olduğu cihetle, benimle hemhâl oldu. Bir hafta beni kendi evinde saklayıp tedavi ettikten başka bana bir kat Tatar elbisesi dahi verdi.
Vakıa müfredatı veçhile, sayıp dökmesi ve hikâyesi pek uzuna varacak tehlikeler ile Hazar Denizi kenarını buldum ama henüz selametin kenarına çıkmış sayılmazdım. Hâlâ Moskof memleketinde bulunmaktan kat-ı nazar önümde Kafkasya dahi vardı. Hesabıma göre Kafkasya benim için iki cihetle tehlikeliydi. Birisi orasının dahi bir Moskof memleketi olması ve ikincisi için de elbette Hristiyanlığın düşmanı olması lazım gelen mutaassıp bir millet bulunmasıdır. Bu iki tür tehlike gözlerimin önünde olduğu hâlde bir Türkmen gemisine binerek Kafkas sahiline çıktım. Çıktım ama artık mahiyetim dahi dilenciden başka hiçbir şey değildi.
Açlığımı giderecek bir lokma ekmeği, lisanını, ahvalini, merhamet ve mürüvvet derecesini bilmediğim halktan dilene dilene Kafkas vilayeti içine girdim. Elimde büyücek bir sopadan başka mukavemet silahı dahi yoktu. Bir de tam yüksek dağlar içinde kışa tesadüf etmeyeyim mi?
Benim için karşı koyması imkânsız bir düşman var ise o da kış idi. Zira kendimi açlıktan, soğuktan, ele geçmekten muhafaza ettikten başka, bir de sürüsüyle gezen kurtların pençesinden muhafaza etmek mecburiyeti vardı.
Bunca felaketler içinde aralıkta bir kere Cenabıhakk’ın adlini, zulmünü, merhametini, şiddetini de muhakemeye vakit bulabilirdim. Derdim ki: ‘Ey Allah! Şu zavallı Lehistan sana ne fenalık etti ki o güzel memleketi bunca belalara uğrattın. Özellikle bizler sana ne fenalık ettik ki böyle rüyamda bile görmediğim yaban yerlerde beni zelil ve şaşkın süründürüyorsun? Azamet-i ilahiyyeni bu suretle mi tecrübe ediyorsun? Sen kavisin, azimsin, ezelî ve ebedîsin! Bunu dinsiz addettiğimiz vahşiler bile teslim etmektedirler. Artık senin tecrübe-i azamete ne ihtiyacın olabilir? Yoksa bu icraatın abes midir? Hâlbuki sen âlimsin, hakîmsin! Abesle iştigal sana gerekmez. Yoksa sen bizim hülyamızdan ibaret bir manasın da seni biz mi tahayyül ediyoruz? Aman! Acaba seni inkâr eden dinsiz felsefeciler, şimdi benim nazarımda iddialarını ispat mı edeceklerdir?.. Yok!
Yok! Haşa! Sümme haşa! Ben şu hâlde soğuğun şiddetiyle ayağımın parmaklarından dökülmekte olan tırnakların ve açlık tesiratıyla sızlamakta bulunan midemin ızdırabı gibi maddi ve tarife sığmaz manevi nice bin acılara tahammül edemeyecek kadar zaafa düçar olduğum için, bu küfür ve inkâr yoluna ayak atmaktayım. Rücu ettim ya Rab! Pişman oldum. Senin şu felaketli hâl içinde dahi üzerimden hiçbir zaman eksik olmayan büyük himayenin beni ne kadar belalardan muhafaza etmiş olduğunu şimdi gözümün önüne getirdim. Rabbani himayen olmasaydı ben buraya kadar dahi gelebilir miydim? Yolumun daha ilerisi için senin lütfundan başka hangi sığınağım var ki?’ diye tövbekâr müstağfir olurdum.
Kışta kıyamette, bata çıka bin belaya, bin acıya tahammül ede ede Çeçen vilayetine kadar geldim. Lakin kışın şiddeti dahi kemalini bulduğu cihetle artık yolun daha ilerisine devam ihtimali kalmamıştı. Bir köye girdim. Görünüşü diğerlerinden daha muntazam olan büyücek bir evin kapısı önünde boynumu bükerek, bir yardım bekleyerek avcumu dahi açtım. Çünkü merhamet ve şefkat dileği için bundan başka lisan bilmezdim. Ama kapı henüz kapalıydı. Bu heriflerin Müslüman olduklarını bildiğim için kapıyı açıp içeriye girmek şöyle dursun çalmaya bile cesaret edemezdim.
Nihayet kapı açıldı. İçeriden gayet müzeyyen bir kadın çıkıp beni o hâlde görünce Çeçen lisanıyla birkaç lakırtı söyledi ve lakırtının şivesinden bana bir şey sorduğunu anladım ama ne sorduğunu tahmin bile edemedim. Kadın benden bir cevap alamayınca içeriye dönerek hızlı hızlı birkaç lakırtı söyledi. Bir de bakayım ki iki üç erkek, dört beş kadın bu hanımın emrine koştular.
‘Artık işi fenaya saldırdık.’ dedim. Çünkü bunların beni sille ile tokat ile kovup defedeceklerine şüphem kalmamıştı. Ama bu tahminim dahi yanlış çıktı. Her biri bana bir lisanla lakırtı söylerdi. Hatta Türkçe bile sorduklarını anladım. Ne yazık ki bende bu lisanların hiçbirisine vukuf yoktu. Ben şu hâlde iken on iki on üç yaşında bir çocuğun bana Moskof lisanıyla ‘Rusça anlar mısınız efendi?’ dediğini işitirsem ne kadar memnun olacağımı hesap edebilir misin?
‘Allah garibiyim Gospodin! Yabancıyım! Sizin en küçük bir merhametinize muhtacım!’ dedim. Çocuk bu sözlerimi hanıma bildirdi. Derhâl kadının yüzünde birçok merhamet ve şefkat alameti gördüm. Ama hâl-ü şanım da merhamet ve şefkati tahrik edebilecek bir suretteydi.
Kadının verdiği emir üzerine beni derhâl içeriye aldılar. Güzel bir ateşin başına oturttular. Isındım. Kurundum. Sıcak çorbadan başlayarak karnımı dahi bir güzel doyurdular. Fakat hanım orada bulunmayıp kapıyı açtığı zaman nereye gidecek idiyse gitti. Ta gece vakti yanında bir de ihtiyar adam dahi olduğu hâlde geldi.
Bu adam dahi Moskofça bilirdi. Hanım bunun vasıtasıyla beni sorgulamaya başladı. Ben de bütün başımdan geçenleri başından sonuna hikâye ettim. Zaten o yere gelinceye kadar bin yerde hikâye etmiş bulunduğumdan söyleyeceğim sözler hep ezberimdeydi. Hem şimdi size hikâye etmekte olduğum şu suretle hikâye etmedim. Müfredata47 dahi girişerek o şekilde naklettim.
Benim Moskof olmayıp da Lehli olduğuma hanım gayet memnun oldu. Zira onlar Lehlilerin Moskoflarla olan muharebelerini işitmiştiler. Hele başımdan geçenlerin ağlanacak yerlerine ağlamak derecesinde üzüntüsünü görünce artık hanıma olan emniyetim tam oldu. Sözü uzatmayalım. Burada üç gün müddet istirahatıma edilen hizmet ve yardımı ömrümde hiçbir yerde ve hatta babamın