Zekâ ve hafıza kuvvetim yerinde olduğu cihetle gördüğüm ve işittiğim şeyleri asla unutmazdım. Tahsil cihetine gelince Türkçe, Fransızca, Arapça ve Farsçanın hepsine birden başladık. Hatta pederim Rumcaya dahi bunlar ile beraber başlatamamış olduğuna üzülürdü. Doktor Hell’in ailesi halkı Kule Kapısı’nda ikamet ettiği cihetle Fransızca dersleri almak için haftada üç gün ikametgâhımız olan Beşiktaş’tan oraya kadar giderdim. Zira benden büyük bir kızı ile benden küçük iki oğlu ve karısı benimle Fransızca konuşmaya mecbur olduklarından o dersi kendi evimizde almak yasaktı. Tahsilim müddetince dahi farklı farklı kitaplar okudum. Fikrim bir hâle geldi ki kırkambar!
İşte bu suretle serpilip meydana çıktıktan, yani on üç yaşıma geldikten sonra pederin vefatı vukuya geldi. Biz yetim! Hâlbuki Doktor Hell’den başka bana vasi tayin edilmemesi dahi pederin hâl-i hayatından beri ettiği vasiyetler hükmündendi. Ölüm yatağına girdiği zaman da beni Doktor Hell’e emanet edip terbiyemi kendi bildiği gibi tamamlamasını rica etti. Binaenaleyh kassam55 tarafından satılacak olanlar satıldıktan ve alınacak olanlar alındıktan sonra Doktor Hell bizi aldığı gibi kendi evine götürdü.
On üç yaşımda bulunmakla beraber eğer Doktor Hell’in hitap56 mevkisinde bulunabilecek ve her söylediği sözün hükmünü anlayıp fikrimi dahi kendisine tercüme ve tefhim57 edecek kadar terbiye ve tahsil görmemiş olsaydım, onun evi ve ailesi benim için pek tehlikeli bir yer olacağı şüphesizdi. Bilakis kabil-i hitab58 olacak derecede bulunmam ise yine bilakis ziyadesiyle istifademi icap eyledi.
Ben diyemem ki Doktor Hell Hristiyan’dır. Hell’e şimdiki muhakemem üzerine azıcık aklı kemale varanların Hristiyan kalamadıklarını dava etmekteyim ya! Doktor Hell İslamiyeti, Hristiyaniyeti, Museviyeti hasılı her şeyi kendisinde toplamış bir adamdı. Bildiği şeyleri bana birer birer öğrettikten sonra hepsinin nereye vardığını da gösterirdi. Bir yandan kendi talim ve terbiyesi altında bulunur ve bir yandan da aklam-ı devlete59 devam ederdim. Onun da fikir ve okuması merhum pederin okuması gibi olup zihnimi mevcudatla kuşatmayarak belki mevcudatı muhit etmek için her şeyi az çok görmek lazım geldiğini dava ettiğinden biz hiçbir kalemde bir sene kalamadık. Kalemin ehemmiyetine göre üç aydan altı aya kadar devamla hususi hâlini anladıktan sonra ondan çıkar bir diğerine girerdik. Elhasıl vukuf cihetiyle neye malik isem pederimden sonra hep Doktor Hell’e, ömrümün sonuna kadar unutulmayacak bergüzarıdır.
Yirmi yaşıma vardığımda ikinci babam olan Doktor Hell’i de ahirete gönderdik. Garip değil midir ki ta o güne gelinceye kadar ben pederimden bana miras kalmış olduğunu aklıma bile getirmediğim gibi, Doktor Hell dahi o konuda bana tek harf söylemezdi. Bir de hiçbir şeye muhtaç olmayan delikanlılar gibi ömür sürerdim. Ve bu inayeti dahi doktorun zatından bilerek teşekkürlerimi de ona göre yapardım. Bir de herif tekerlendikten sonra kendimin kimler eline kaldığımı ve bu dünyada dayanak noktamın ne olabileceğini hatırıma getirmeyim mi?
Bu hatıra beni bayağı sarstı. Örseledi. Zira hısım akrabadan bir kimseye malik olmadığım gibi bir dostum dahi yoktu. Pederim ile Doktor Hell bize her şeyi öğretmeye çalıştıkları hâlde dost kazanmak cihetine ehemmiyet vermemişlerdi. Dolayısıyla kendimi o gün öksüz kalmış bir biçare görerek Doktor Hell için ağladığım dereceden ziyade öksüzlüğüme ağlamaya başladım.
Bir de efendim doktorun vasiyetnamesi meydana çıkınca ne göreyim?! O, vasiyetname değil; âdeta bir muhasebe defteriymiş! Yedi seneden beri benim paralarımın ve malımın idare şekli müfredatı veçhile yazılıp zatıma ait masraflar dahi müfredatı veçhile tenzil edildikten sonra mevcut servetimin neden ibaret olduğu yine müfredatı veçhile gösterilmiş!
Bu hâlde dahi ağlamam daha da şiddetlendi. Zira henüz çocuk sayılacağım ortada olmakla beraber, âdemiyet ve insaniyetin bu derecesinin insanı ağlatacak kadar mesrur edeceğini muhakeme edebilen çocuklardandım.
Artık Hell ailesinden ayrılmak lazım geldi. Zira Madame Hell, kızını amcası oğluna vermek ve oğullarını dahi ileride kendileri için geçim vasıtası kazanabilecekleri birer büyük mektebe sokmak için Strasbourg’a dönmüştü. Bu aileden ayrılışım sizin Çemsay Hanım’dan ayrılışınıza dahi kıyas kabul etmez. Zira siz gönlünüzün pek ziyade hoşlandığı bir kadın ile zekâsını, güzelliğini takdir ettiğiniz bir çocuktan ayrılmıştınız. Ben ise anamdan, kız kardeşimden, kardeşlerimden ayrılmıştım!.. Ne ise sergüzeştlerin bu gibi müfredatına girişmeye bir defada ihtimal ve imkân yoktur ki ben de Hell ailesi içinde nasıl ömür sürdüğümü size müfredatı veçhile hikâye edebileyim. Hatta ömrümün bundan sonrasını dahi yine böyle kısaca hikâye edeceğim. Müfredat ise eğer daha uzun müddet birlikte bulunur isek o zaman sırası geldikçe meydana çıkar.
Tek başıma kaldıktan sonra bir kere kendimi yokladım. Sanatların ve memuriyetlerin cümlesini tanıdığım cihetle hangi sanata gireceğimi düşündüm. Mümkün değil hiçbirisini gönlüm istemedi. Yüreğim derdi ki: ‘Hangi sanata girsen kâinat gibi sınırsız mesafelerinden kendini menedip yalnız o sanatın dar sınırları içine hapsetmiş olursun.’ Bir sanat arardım ki her şeye karışabileyim. Göklerde uçayım, karalarda dolaşayım, denizler dibine dalıp çıkayım. Lakin bu sanatın ne olduğunu birdenbire kestiremezdim. Derken bu sanatın ne olduğu hatırıma geldi. Bu sanatın yazarlık sanatı olduğunu anladım. Lakin bir memleketteyim ki bu sanat icad rahminden doğmamış. Yazar olsam bir hatibe benzeyeceğim ki muhatabı yoktur.
Dolayısıyla yüreğim bu nokta üzerinden ayrılamadığı cihetle gece gündüz bunu etrafıyla düşünmeye başladım. Bir şey etrafıyla düşünülür ise mutlaka bir çıkar yolu bulunur. Ben de yolumu buldum. Servetimi hesap ettim. Ben İstanbul’da bey gibi değil ise de kimseye muhtaç olmayacak kadar geçindirebilecek derecede buldum. Bunun üzerine dedim ki: ‘Ben yazar olurum. Ama öyle bir yazar ki eserleri kendi zamanında basılamaz. Okuyan bulunmaz ki basılsın. Ben yazar yazar yığarım. Eğer ömrüm bir muvafık zamana kadar varır ise sonra basarım. Varmaz ise ta o muvafık gelip çatınca basılır. Bu Osmanlılar şu hâlde kalmazlar ya? Elbet yeni medeniyet, Hind’e, Çin’e yayıldığı sırada bizim memlekete dahi bir selam olsun verir. O zaman eserlerimi basanlar da bulunur.”
İşte bu düşünce üzerine hiçbir sanata, hiçbir memuriyete girmemeye karar verdim. Ondan sonra artık keşkülü elinde vukuf ve malumat dilencisi gibi kapı kapı dolaşmaya başladım. Zira takdir etmiştim ki vukuf ve malumatın bende olan derecesi bir adamı bayağılıktan çıkarabilir ise de emsalsiz derecesine vardıramaz. Artık medrese kapısı dedim açtım, manastır kapısı dedim açtım, tekye kapısı dedim açtım. Kim ne bilir ise ondan tederrüse60 başladım.
Öğrendiklerimi de bir yandan da kaleme alırdım. Kime göstersem övmekten geri durmazdı. Lakin bence bu övgülerin de hükmü yoktu. Zira görürdüm ki herifler hiç bilmedikleri bir şeyi övüyorlar. Bahusus bir sene önce yazdığım şeyleri bir sene sonra kendim de beğenmezdim.
Ama vukuf ve malumatı yalnız yukarıda saydığım mukaddes kapılardan dilendim zannetmeyiniz. Meyhane kapılarına, kerhane kapılarına da başvurdum. Gizli hovardalık âleminde ölümleri gözüme kestirmek derecelerini buldum. Tulumbacılar ile de görüştüm. Kâğıthane zendostlarıyla da arkadaş oldum. Fakat şu sözümü de sahih olarak kabul etmelisiniz