On Altıncı Bölüm
“Ey arkadaş!
Artık arkadaş diye ettiğim hitabı da kardeş diye ettiğim hitap gibi reddetmeyerek kabul edeceksin.
İşte ben isminden, şekil ve simasından derhâl Pulak olduğu anlaşılacak Pulaklardanım. Hatta Varşova şehrinin merkezinden ve oldukça da aristokrat sayılan bir ailedenim. Yaşım için çehremin ettiği delalet ve şehadet yanlıştır. Çehrem beni elli yaşına varmış gibi gösterir ise de yaşım henüz kırka varmamıştır.
Ailemin tarihini hiç sorma! Vatanımın tarihi kadar feci bir tarihtir. Ecdadım zamanından beri vuku bulan savaşlarda Gardiyanski Ailesi nam almıştır. Almıştır ama bu ismi kanları pahasına almıştır. Pederime ve ondan sonra dahi benden büyük diğer bir kardeşime gelinceye kadar ailemin erkekleri hep Moskof kurşununa hedef olmuş veyahut Moskof kılıcıyla kesilmiş veya Moskof ipliğiyle asılmıştır.
Validemiz vatanı uğrunda kurban etmek için rastgele bir tek kızdan başka kız doğurmayıp hep erkek doğurmuş ve bu kızcağız savaşta canını feda eden pek sevgili bir kocanın ayrılığına tahammül edemeyerek mezara kadar kocasına arkadaşlık etmiş olduğu gibi, validem dahi pederin vefatına ağlaya ağlaya hayatı terk etmiş olduğundan biz iki kardeş ömrümüz boyunca evlenmemeye ve laşemize ağlamaktan helak olacak kadınlar veyahut Moskof kurşunlarına hedef olacak erkekler tevlit etmekten45 ise etmemeye karar verdik. Vakıa bizden sonra ailemizin namının Lehistan içinde kaybolacağını da hesaba katmıştık. Ancak Lehistan tarihinde dünyanın son gününe kadar baki kalacak olan namımızın bize yine kifayet edeceğini düşündük de müteselli olduk. Bu verdiğimiz karar, geçenki Lehistan ihtilalinden önce verilmişti. Hatta ihtilalin vukusuyla Pulak cengâverlerinin tümü silaha gözü yaşlı olarak sarılmış oldukları hâlde, biz gözü kuru olarak sarılmıştık. Çünkü hepsi ya bir şefkatli anadan veya bir muhabbetli kız kardeş veya sevdalı zevce veyahut ciğerparesi evlattan ayrılıp vatan müdafaası savaşında kurban olmaya gittikleri hâlde, biz kimseden ayrılmayarak gidiyorduk. Kimimiz var ki kimden ayrılalım?
Lakin ne fayda ki savaşa katılışımız bu kadar mesut olduğu hâlde, neticesi pek feci oldu. Ben ilk savaşta üç yerimden yaralandım. Hastane ittihaz edilen bir ormanda altı hafta tedavi olunarak henüz yaralarımın üzerinde fitil bulunduğu hâlde, yine savaşa girip, tesadüf bu ya, üç yara daha aldım ve akabinde kardeşim ile beraber esir düştüm.
Allah için söyleyelim. Moskofların insaniyete en uygun bir hareketleri var ise o da esirlere ve bilhassa yaralılarına güzel bakmalarıdır. Beni hastaneye dayadılar ve hizmetçi olmak üzere dahi yanıma yine kardeşimi tayin ettiler. İki buçuk ay hastanede iyileşmeye yüz tuttum ise de ondan sonra yine kardeşimle beraber bizi bir zincire bağladıkları gibi, Sibir’e sürgün ettiler.
Gidenler yalnız biz değildik. Bizimle beraber otuz yedi çift daha vardı. Şimdi Lehistan’dan Ural Dağları’nın maverasına kadar olan mesafeyi yaya olarak katetmeyi zihninizde bulmalısınız. Karakoldan karakola teslim edilmek üzere tam yirmi beş gün yürüdüğümüz hâlde, ancak yüz saat mesafe katedebildik. Zira boyunlarımızda on sekiz yirmişer okka demir ve arkalarımızda bundan ağır birer yol çantasıyla günde dört saatten ziyade öldürseler yol alamazdık. Yirmi altıncı günü yarı yolda kardeşim ansızın vefat etmesin mi? Sebebi ise hiddetle ümitsizliğin birleşmesinden başka hiçbir şey değildi. Zira kendisi zayıf bünyeli olduğundan sürünün en arkasında daima biz kalırdık. Sevkimize memur olan kazakta ise merhamet dedikleri şeyin eseri bile bulunmadığından bizi yürümeye zorlardı. O gün ise zorlamaya bir de kamçı ilave etti. Kardeşim pek vakarlı bir zat olduğundan hakaretin bu derecesine tahammül edemeyerek, terk-i hayat etti.
O vefat etti, kurtuldu. Ama şimdi ben ne yapacağım, onu da düşünüyor musun? Kardeşimin naaşını sırtıma yüklenip götürmek lazım geldi. Zira boğazımızda olan zincir halkalarının anahtarı sevkimize memur olan kazakta olmadığı gibi, yol esnasında demiri kırıp, cenazeyi deriden ayırmanın da ihtimali yoktu. Çünkü yabanın çölünde bunun için gerekli olan alet ve edevatı nereden bulmalı? Hemşehrilerin dahi fikir birliğiyle biraderin kafası kesilip, naaşının benden ayrılmasına razı oldum.
Bu ameliyat icra olundu. Fakat yalnız benim değil; hemşehrilerin dahi gözlerinden kan revan olurdu. Biraderimin vefatından sonra dahi, boynu Moskof kılıcına gelmesi gibi bir tecelliye kim ağlamaz?
Hasılı sevgili kardeşimi Tataristan çöllerinde etlerini kurtlar, kuşlar yemek üzere terk ettim. Biz yola revan olduk. Ancak gitmekle biter, tükenir yol değil ki gide gide bitirebilelim. Özellikle mamureden uzaklaşıp da Asya’nın vahşet hâli bizi karşılamaya başladıkça bütün bütün zihnimiz perişan olurdu. Nihayet üç beş kişi, kurtulmaya değil, mutlaka ölmeye karar verdik. Şu kadar var ki bütün bütün bedava harcanmayıp kurtulmak gayreti yolunda ölmeye söz verdik. Yavaş yavaş bu sırrı hemşehrilerin hepsine bildirdik. Boyunları zincirli ve elleri kelepçeli olmak üzere yetmiş üç sürgünün muhafazasında topu topu on nefer ile bir de onbaşı süvari vardı. Akşamları vardığımız karakollarda ikişer onbaşı takımı asker bulunup bunlarla beraber otuz nefere varan askerî kuvvet bizden ancak yirmişer neferin ellerini çözüp yarımşar saat rahatlandırabilmeye müsaade gösterirlerdi. Tam Orenburg vilayetindeydi ki bir akşam içimizde olanı icraya karar verdik. Şöyle ki:
Karakola varışımızda içinde benim dahi dâhil olduğum yirmi mahpustan ibaret bir postanın kelepçeleri açıldığı zaman, çünkü yoldan gelen on süvari hayvanlarının hizmetiyle meşgul olduklarından, bu meşguliyetten dahi istifade ederek, biz hemen karakolda mevcut yirmi asker üzerine hücum ettik. Ama nasıl hücum ediş? Sıkıştırılıp sıkıştırılıp da tam tamamen ümitsizlik hâline gelen kedinin insanın gözlerine sıçraması gibi bir hücum ki bu yıldırım gibi sürat ve şiddetli hareketimize kazaklar şaşıp kaldılar ve biz onların gırtlaklarına sarıldıktan sonra hareketimizin hakikatine varabildiler.
Bir kızılca kıyamettir koptu. Kazakların sivri uçlu kamalarına biz tırnaklarımızla mukabele ettiğimiz hâlde, ahır hizmetiyle meşgul olanlar yetişinceye kadar biz mevcut yirmiden, on ikisinin gırtlağını kopardık!
Sonra bunların elimize geçen silahıyla kuvvetimizi arttırarak yalnız dört tanemizden başkası ahır tarafından imdada gelenler ile cenk ederdik. Dört tanemiz ise derhâl tedarik edilebilen nalbant çekici vesaire ile bağlıların kelepçelerini kırardık.
Ah! Bu muharebe görülecek bir muharebeydi! Boğazlarından birbirine hâlâ bağlı olan zincirli iki Lehlinin bir Moskof’u aynen sansar boğar gibi boğduklarını görmüş olaydın bunları çıldırmış mecnunlar zannederdin. Ama biz hakikaten çıldırmıştık. Galebemizin yalnız iki sebebi olup birisi bu çılgınlık ve diğeri dahi iki adamın bir halka ile yekdiğerine bağlanmış olmasıydı. Çünkü çıldırmış olmasaydık kama ucuna tırnakla mukabeleye çıkışamazdık. Bağlı olmasaydık iki adamın birbirini Moskof pençesinde terk edebilmeleri muhtemeldi. Hasılı Moskoflar demir pençeli bir canavar oldukları hâlde biz dahi dörder ayaklı, dörder elli, ikişer kafa ve ikişer ağızlı bir mahluk olduğumuzdan ve o müdafaada şu serbest olan azamızın hepsini kullandığımızdan muvaffak olduk.
Hele hiç gözümün önünden gitmez ki ikisi bir zincirde bağlı, gayet gürbüz iki çocuk, birer asker kazağı yakalayıp kıskıvrak zapt etmiş oldukları hâlde, öldürmenin bir kolayını bulamayınca herifleri sürüye sürüye eli kelepçeli