Sahip Ali ahıra doğru yöneldi ve içeride bir köşede, gübre yığınının içerisinde bir delik açarak oraya gömdü beni. Artık karanlıktan ve gübre kokusundan başka bir şey hissetmez olmuştum. Orada bu vaziyette kaç saat kaldığımı bilmiyorum. Gübrenin o kesif kokusu neredeyse boğacak gibiydi beni. Neyse ki sonunda, üzerimdeki gübre yığınının kaldırıldığını hissettim. Sahip Ali’ydi bu. Beni çıkardı bulunduğum yerden, bir iki kere avucunun içinde ve parmaklarının arasında ovaladı, temizleyene kadar pantolonuna sildi. Geldiğimiz yolu takip edip geri döndük, Polat’ın evinin damına vardık. Polat’ın annesiyle kız kardeşi, bir yandan kendi damlarında tezek yaparlarken, bir yandan da duvarda kuruyan tezekleri çekip bir kenara yığmakta olan komşu kadınla çene çalıyorlardı.
Sahip Ali, Polat’ın annesine, arkadaşının nerede olduğunu sordu. Annesi, Polat’ın evde olmadığını ve keçiyi kırlara otlatmaya götürdüğünü söyledi.
Polat’ı tepenin başında bulduk. Evin kara keçisini otlaması için tepenin ardına salıvermiş, kendisi de köpeğiyle birlikte gözünü yola dikmiş oturmaktaydı. O anda birdenbire, kendi kabuğumun rengiyle, Polat ve Sahip Ali’nin tenlerinin renginin aynı olduğunu fark ettim. Her ikisi de güneşin altında o kadar yalın ayak baldırı çıplak dolanıp durmuşlardı ki, derileri iyice yanık renk almıştı artık.
Polat sabırsızlıkla:
“Eee, hadi anlat bakalım şu planını.”
Sahip Ali:
“Bir şeftali ağacının olmasını ister miydin?”
Polat:
“Hiç istemez olur muyum, deli misin?”
Sahip Ali:
“İyi o vakit, hadi gidelim.”
Polat:
“Keçiyi ne yapacağız?”
Sahip Ali:
“Eve bırakalım onu.”
Polat:
“Ama annem güneş batana kadar keçiyi eve götürmememi söyledi.”
Sahip Ali:
“O zaman köpeği burada bırakalım, keçiyi beklesin.”
Polat köpeğinin başını ve kulaklarını okşadı:
“Ben dönene kadar keçiye göz kulak ol, tamam mı?”
Üçümüz koşa koşa bağın duvarının dibine vardık.
Sahip Ali:
“Atla hadi!”
Polat:
“Planını daha fazla gizlemene gerek kalmadı artık. Anladım ben ne yapacağımızı. Şeftali çekirdeğini dikeceğiz.”
Sahip Ali:
“Evet bildin. Bağın öte tarafındaki sırtın ardına dikeriz çekirdeğimizi. Aradan birkaç yıl geçince bizim de bir şeftali ağacımız olacak. Neden başka bir yere değil de onu buraya dikeceğimizi sen de anlıyorsundur herhâlde.”
Polat:
“Tepede, kayaların arasında şeftali ağacı büyüyüp kök salamaz. Ağaç dediğin su ister, yumuşak yer ister.”
Sahip Ali:
“Tamam anlaşıldı, nutuk çekmeyi bırak şimdi. Ben yukarıya doğru çıkıp bahçıvana bakayım hele gelmiş mi diye.”
Bahçıvan şehirden dönmemişti henüz. Polat ile Sahip Ali, bağın sakin bir köşesinde, sırtın arka tarafında, bir parça toprağı kazdılar. Ardından beni toprağın içine yerleştirdiler ve elleriyle üzerime toprak atıp düzelttiler, işleri bitince de gittiler.
Kara ve nemli toprak beni sımsıkı kucakladı ve bağrına bastı. Tabii ki o sırada henüz yeşerecek durumda değildim. Yeşerebilecek güce erişebilmem için zamana ihtiyacım vardı.
Dışarının soğuğu toprağın içine kadar işleyince, artık kış mevsiminin geldiğini ve toprağın üstünün karla kaplanmış olduğunu anladım. Yarım karış kadar toprağın altı soğuktan donmuştu, ama daha da derinlikler sıcaktı ve beni soğuktan, buz tutmaktan koruyabiliyordu.
Bu şartlar altında geçici bir süreliğine hareketsiz kalarak, toprağın altında tatlı bir uykuya bıraktım kendimi. Uyudum ki, bahar gelince iyice güçlenerek uyanayım, yeşereyim ve topraktan çıkayım, Polat ve Sahip Ali için bol meyve veren bir ağaç olayım. İri ve sulu şeftaliler verecek, güzel kızların utangaçça kızaran yanakları gibi al al meyvelerim olacaktı.
Kış boyunca görmüş olduğum rüyalardan pek bir şey yok aklımda. Ama bir seferinde şöyle bir düş gördüğümü hatırlıyorum: Büyüyüp koca bir ağaç olmuşum, Polat ve Sahip Ali üzerime tırmanmış dallarımı sallamaktalar, köyün üstü başı pejmürde bütün fukara çocukları da ağacın altına toplanmışlar. Yukarıdan düşen şeftalilerimi havada kapışıyor, büyük bir zevk ve lezzetle yiyorlar, ağızlarından akan sular göğüslerinden aşıp göbeklerine kadar süzülüyor. Kabak kafalı bir oğlan çocuk ha bire Polat’a sesleniyor, “Polat, bu yediğimiz şeyin adı neydi, söylemedin bir türlü. Eve döndüğümde nineme ne yediğimi, hem de ne kadar çok yediğimi söylemek istiyorum. O kadar çok yedim ki bu lezzetli şeyden, ama hâlâ doymadım tadına, yine olsa yine yiyebilirim.”
Üstleri başları iyice dökülen, yarı çıplak iki çocuk daha vardı, ağızlarına ve burunlarına sinekler üşüşmüştü. İkisinin de ellerinde irice birer şeftali, her ısırdıklarında keyifle kendilerinden geçiyor, ‘oh’ çekip duruyorlardı.
Bu anlattıklarım, gördüğüm düşlerimden biriydi.
En sonuncusunda ise badem çiçeği görmüştüm düşümde.
Hasta ve yarı baygın vaziyetteydim, birden yumuşak bir ses yükseldi, bu güzel sesle birlikte çok tanıdık gelen kokuların toprağın altına sızmakta olduklarını hissettim. Ses şöyle söylüyordu: “Ey badem çiçeği, gel de kokunu şu güzel şeftalinin yüzüne gözüne üfle. Uyanmazsa, bu sefer ellerinle okşa yüzünü ve bedenini. İzin ver de kokunu iyice hissetsin. Hem artık uyanması lazım çabucak, filizlenme ve yeşerme zamanıdır şimdi. Bütün çekirdekler uyanıyor uykularından.”
Tenimde ve yüzümde hareket etmekte olan badem çiçeğinin kokusu ve beni okşayan elleri öylesine hoştu ki, hep o vaziyette kalayım ve hiç uyanmayayım istiyordum. Ama olmadı. Uyanıp, kendime geldim. Biraz daha o eski hâlimde kalmak istedim, fakat badem çiçeği güldü bu hâlime ve dedi ki: “Hadi nazlanmayı bırak artık canım. İçinde yeni bir yaşamın tohumunu taşıyorsun ve yeşermeye, büyüyüp meyve vermeye can atıyorsun, öyle değil mi?”
Badem çiçeği yeni bir gelin kadar güzeldi, kar gibi beyaz ve tertemiz bir kıyafet vardı üzerinde, dudakları da tomurcuklanıp çiçeğe durmuştu âdeta. Elbette ben henüz kar görmüş değildim. Karın nasıl bir şey olduğunu, dalında bir meyveyken annemden duyup öğrenmiştim.
Badem çiçeğinin biraz önce kiminle konuşmakta olduğunu ve onu başıma kimin gönderdiğini öğrenmek istiyordum. Bunun üzerine, badem çiçeği kollarını boynuma doladı, bir öpücük kondurdu ve gülerek, “Amma da irisin, kucağıma sığmıyorsun.” dedi önce. Sonra devam etti: “Yanımızdaki ilkbahardı, yeşerip filizlenme vakti gelmiş, öyle söyledi.”
Baharın adını duyunca, sanki uyanıvermişim