“Gidelim de bir şeyler yiyelim önce.” dedi.
Babam sabahları, “gidelim de bir şeyler yiyelim” dediği her gün, akşam yatarken bir şey yememiş olduğunu anlardım.
Temizlik işçisi, kaldırımı ta caddeye kadar süpürgesiyle iz bıraka bıraka süpürmüştü. Şehir Parkı tarafına doğru sürdük el arabamızı. İhtiyar çorbacı, her zaman yapığı gibi, sırtı caddeye dönük olacak şekilde kaldırıma çömelmiş duruyordu. Önündeki çorba kazanı da taşınabilir bir ocağın üstünde fokur fokur kaynıyordu. Kadınlı erkekli, sabahçı üç tane müşterisi halka olup oturmuş, alüminyum kâselerinden çorbalarını içiyordu. Kadın, piyango biletçisiydi, tıpkı Piyangocu Ziver gibi. Çorba kazanının yanına bağdaş kurup oturmuş, bilet destesini karnıyla bacağı arasına sıkıştırmıştı. Kirli çarşafı, dizlerini örtecek şekilde uzanıyordu.
Babam çorbacıyla selamlaştı, hâl hatır sorduktan sonra oturdu. Yarım ekmek eşliğinde iki tane ufak kâse çorba içtik ve kalktık. Babam bana iki kıran verdi:
“Şimdi ben satış yapmaya gidiyorum, öğle üzeri yine burada buluşalım, yemeğimizi birlikte yiyelim.”
O gün ilk gördüğüm kişi, Piyangocu Ziver’in oğluydu. Birisinin önünü kesmiş,
“Bir tane piyango bileti alın, inşallah kazanan siz olacaksınız, lütfen bir tane bilet alın.” diye yalvarıp bilet satmaya çalışıyordu.
Adam güçlükle Ziver’in oğlundan yakasını kurtarabildi ve yoluna devam etti. Ziver’in oğlu da adamın arkasından ağız dolusu bir küfretti, tam yoluna devam edecekti ki ona seslendim:
“Kandıramadın mı herifi?”
“Yok, eşref vaktinde değildi adam, belki de karısıyla kavga etmişti de öyleydi.”
İkimiz beraber yola koyulduk. Ziver’in oğlu, elinde salladığı on beş, yirmi biletlik bilet destesini her önüne gelene hiç sektirmeden uzatıp sallıyor, “Bilet alır mısınız? Bir bilet alın!” diye sesleniyordu.
Ziver’in oğlu, satabildiği her bir bilet başına bir kıran alıyordu annesinden. Cep harçlığını çıkarıncaya kadar satar, sonra biletlerle hiç işi olmazdı; kazandığı parayla hemen oyun peşine, gezip tozmaya, sinemaya veya hırgür çıkartmaya giderdi. Hepimizden daha paralıydı. Öğlenleri ya bir su kanalının üstünde veya bir köprü altında bir saat kadar yatıp uyumak âdetiydi. Sabahları gün doğmadan kalkar, annesinden bir deste bilet alıp yola düşerdi; sabahın ilk müşterilerini elden kaçırmamak için böyle hareket eder, öğlen olmadan da işini bitirmeye bakardı. Öğleden sonralarını bilet satmakla geçirmek en sevmediği şeydi.
Nadiri Caddesi’ne gelene kadar, Ziver’in oğlu üç tane bilet satmıştı bile. Caddeye vardığımızda,
“Ben artık buralarda takılayım, biletleri satayım.” dedi.
Mağazalar tek tük açılmıştı. Oyuncakçı dükkânı ise kapalıydı. Deve’m henüz kaldırımın kenarına çıkmamıştı. Mağazanın kapısını çalıp da bütün oyuncakların sabah uykusunu mahvetmek hiç içimden gelmedi. Cadde boyunca yürüdüm de yürüdüm. Bütün yollar okula giden öğrencilerle doluydu. Her bir arabada, annesi veya babasının yanında oturup okuluna gitmekte olan birer ikişer öğrenci görülebiliyordu.
Günün o vaktinde yalnızlıktan kurtulabilmek için yapabileceğim tek şey, gidip Ahmet Hüseyin’i bulmak olurdu. Birkaç caddeden daha yürüyüp ilerleyince, havasında zerre kadar toz ve kirin bulunmadığı o semtlere vardım yine. Çocukların da büyüklerin de kıyafetleri tertemizdi. Hepsinin de yüzleri ışıl ışıl parlıyordu âdeta. Bu semtin kız çocukları da kadınları da çiçekler gibi rengârenk ve cıvıl cıvıldı. Mağazalar ve evler, güneşin altında ayna gibi parlıyordu. Her ne vakit bu mahallelerden geçecek olsam, sanki bir sinemada oturmuş da film seyrediyormuş hissine kapılırdım. Hiçbir zaman anlamazdım, bu güzelim apartmanlarda konaklarda oturan insanlar ne tür yemekler yerler, nasıl uyurlar, nasıl konuşurlar, ne tür elbiseler giyerler? Bu aynı anne karnındaki bebeğin hâli gibiydi; oradayken nasıl bir hayatın içinde olduğunu anlayabilir misin? Mesela anne karnındayken nasıl besleniyordun, gözünün önüne getirebilir misin? Yok, getiremezsin. İşte ben de sizin durumunuzdayım. Bu binalarda yaşayan insanların hayatını hayal dahi edemiyorum bu yüzden.
Caddedeki mağazalardan birinin önünde, üç tane çocuk, çantaları ellerinde, vitrinin arkasındaki bir şeylere bakmaktaydı. Ben de geçip arkalarında durdum. Uzun saçlarından hoş bir koku yayılıyordu etrafa. Kendimi tutamayıp, bir tanesine yaklaştım ve boynundaki kokuyu içime çektim. Çocuklar arkalarına bakınca beni fark ettiler, şöyle hor gören nefret dolu bir bakışla beni süzdüler, sonra da biraz öteye gidip yanımdan uzaklaştılar. İçlerinden birinin sesi bulunduğum yere kadar ulaşıyordu,
“Ne kadar da pis kokuyor!” diyordu benim için.
Mağazanın camına bakınca kendimi görebilecek fırsatı buldum. Saçlarım o kadar uzayıp kirlenmiş ve perişan hâldeydi ki kulaklarım bile görünmüyordu. Kafama uzun saçlı bir peruk takılmış gibiydi hâlim. Gömleğim kirden, pislikten renk değiştirmiş gibiydi, yakam bağrım yırtılıp açılmış, yanık tenim görülebiliyordu. Bacaklarım çıplak ve çürükler morluklar içinde, topuklarım çatlak çatlaktı. Şimdi içimden o üç zengin bebesini bir güzel pataklamak geçiyordu.
Ama benim bu şekilde bir hayatımın olması onların suçu muydu?
Ben bunları düşünürken, mağazanın içindeki görevli dışarı çıktı, bir el hareketiyle beni oradan uzaklaştırırken, “Yürü çocuk, sabah sabah daha siftah etmedik, ne vereceğiz sana?” dedi.
Ben hiç yerimden kımıldamadım, bir şey de demedim. Adam tekrar el kol hareketleriyle beni oradan uzaklaştırmaya çalışıyordu:
“Hadi kaybol buradan! Amma da yüzsüzsün be!”
Ben yine yerimden kımıldamadım:
“Dilenci değilim ben!”
“Affedersiniz küçük bey… Ne işiniz var burada peki?”
“Bir işim yok. Bakıyorum sadece.”
Sonra da yürüdüm gittim. Adam da mağazanın içine girdi. O sırada su kanalının kenarında parlayan beyaz bir fayans parçası gözüme ilişti. Artık yerimde duramazdım. Fayansı yerden kaldırdım, sonra da kolumdaki tüm güçle mağazanın kocaman camına fırlattım. Büyük cam kırılıp, tuzla buz oldu. Camın kırılırken çıkardığı o ferahlatıcı ses, sanki yüreğimin üstündeki bir yükü kaldırmış gibiydi. Sonra da tabanları yağlayıp öyle bir koştum ki arkamdan kuş olup uçsalar yakalayamazlardı. Bu şekilde ne kadar koştum, kaç cadde geçtim bilmiyorum, ama sonunda Ahmet Hüseyin’e rastlayınca mağazadan epeyce uzaklaşmış olduğumu anladım.
Ahmet Hüseyin her zaman yaptığı gibi, kız ortaokulunun önünde bir sağa bir sola volta atıyor, içinden kız çocuklarının indiği arabaların yanına yaklaşıp dilencilik ediyordu. Bu, Ahmet Hüseyin’in her sabah yaptığı rutin işiydi. O kadar zamanın ardından, Ahmet Hüseyin’in kimin yanında kaldığını hiç anlayamadım, ama Kasım onun dilencilik yapan ninesiyle birlikte yaşadığını söylemişti. Çocuğun kendisine sorulunca, bu konuda hiç konuşmazdı.
Okulun giriş zili çalınca, tüm çocuklar sınıflarına girdiler, biz de yolumuza devam ettik. Ahmet Hüseyin, “Bugün hiç iş yapamadım, herkes cebinde bozuk parasının