Ah be şeftali ağacı, sen kendin de biliyorsun, Sahip Ali benden daha ağırdı, nasıl götürebilirdim ki daha erken? Bir eşeğim olsa ve ona rağmen geç götürsem, o zaman Boncuk Nine söylediğinde haklı olurdu, ama tek başımayken ne yapabilirdim ki…”
Yine ağlamaya başladı Polat. İşte o an, Sahip Ali ve Polat’a nasıl bir sevgiyle bağlanmış olduğumu iyice anladım. Sahip Ali’yi artık bir daha hiç göremeyeceğimi düşündüğümde, o kadar üzüldüm ki yüreğim patlayacak gibi oldu; bütün yapraklarımı döküp, sonsuza dek kuruyup kalmak ve bir daha hiç tomurcuk vermemek geçti içimden.
Ağlaması kesilir gibi olunca, Polat devam etti içini dökmeye:
“Bundan böyle köyde kalamam ben artık. Ne yana gidecek olsam, bir anda Sahip Ali canlanıveriyor gözümün önünde, çok üzülüyorum. Dağa gittiğimde, kırlara çıkıp keçiyi otlatmaya götürdüğümde, köpeklerin başını her okşadığımda, tezeklerin üzerinde yürürken, öteki çocuklarla beraber tarlada çekirge veya kertenkele yakalarken, otları yolarken, dama çıkarken… Her yaptığım şeyde Sahip Ali beliriveriyor gözümün önünde. Durmadan bana sesleniyor sanki… Polat… Polat… Evet sevgili şeftali ağacım benim, takatim kalmadı artık bu sesi daha fazla duymaya. Şehre gideyim, dayımın yanında bakkal çırağı olayım diyorum. Sahip Ali’nin hayatta kalabilmesi için ne yapmam gerekirdi, bir türlü kestiremiyorum. Onun gibi düşüp ölmemek için ne yapmam gerektiğini de bilemiyorum. Çok küçüğüm ben daha, aklım ermiyor böyle şeylere. Ama tek bildiğim, artık bu köyde kalamayacağım. Ben gidiyorum sevgili ağaç, şeftalini de sana bırakıyorum.”
Polat’ın kalkıp gideceğini gördüğüm sırada, tepemdeki tek şeftalimi onun ayaklarının önüne atıverdim. Eğilip aldı meyvemi, kokladı önce, sonra tozunu toprağını silip temizledi. Baştan aşağı iki eliyle birden okşadı beni, sevdi güzelce ve sonra da çekip gitti.
Bir sonraki yıl iyice boy atmıştım, dallanıp budaklanmış ve serpilmiştim. Yirmi otuz kadar çiçek açmıştım. Boyum, ardına ekildiğim tepeciği geçiyordu artık, bahçenin her yanını rahatça görebilecek kadar uzamıştım.
Böyle etrafıma bakınıp dururken, bahçıvan beni fark etti sonunda ve yanıma geldi. O kadar sevinmişti ki ne yapacağını bilemez hâldeydi âdeta. Yapraklarıma ve çiçeklerime şöyle bir bakınca, kimin çocuğu olduğumu anladı hemen. Hiçbir zahmet çekmeden ve çaba göstermeden, bahçesinde güzel bir şeftali ağacı bitivermişti. Ama ben bu durumdan hiç hoşnut olmamıştım. Çünkü para uğruna köyün tüm halkını kendine düşman eden zengin bir ağaya uşaklık ediyordu bu bahçıvan ve ben de onun eline düşmüştüm.
On-on beş kadar şeftali vermiştim o sene. Ama meyvelerimin kime nasip olacağını düşünmek kahrediyordu beni. Sahip Ali ve Polat dikmişti beni bu bahçeye, onlar bakıp büyütmüşlerdi, şeftalilerim de başkasının değil onların hakkıydı.
Günün birinde aklıma bir fikir geldi, o günden sonra şeftalilerimi bir bir dökmeye başladım. Bahçıvan durumun farkına vardığında, dalımda bir tane bile şeftali kalmamıştı. Önce, yerimin kötü olduğunu düşündü ve kendi kendine konuşmaya başladı yüksek sesle:
“Gelecek sene yerini değiştiririm, bolca su alır, iri ve güzel şeftaliler verebilirsin böylece.”
Ertesi sene bahar geldiğinde, köklerimi uyandırdım, ama düzenleri iyice bozulmuştu; kimisi kuruyup gitmiş, kimisi de kopmuştu. Sağlam kalan köklerim epeyce vardı yine de. Önce, sağlam kalan köklerimi daldırdım toprağın nemine, ardından yeni kökler uzattım etrafıma doğru. Ardından da filizlenme, yaprak verme ve tomurcuklanma düşüncesi içindeyken, annemi tanıdım bir gün.
O zamandan şimdiye kadar kaç yıl geçti ömrümden bilmiyorum, ama bahçıvan tek bir tane olsun şeftalimi alamadı dalımdan. Bundan sonra da alamayacak. Artık hiç umurumda da değil zaten, isterse korkutmaya çalışsın beni, isterse eline testere alıp kessin, isterse de kurban adayıp sadaka versin…
ULDUZ İLE KARGALAR
Ulduz odasında tek başına oturuyordu. Dışarıyı seyrediyordu pencereden. Üvey annesi hamama gitmiş, kapıyı da kızın üzerine kilitlemişti. Ulduz’a yerinden kımıldamamasını, yoksa fena yapacağını söylemişti. Ulduz bu yüzden yerinde oturuyor, dışarıyı seyrediyor, bir yandan da düşünüyordu. Büyük insanlar gibi düşüncelere dalmıştı. Hiç kıpırdamıyordu yerinden. Üvey annesinden çok korkuyordu. Henüz yeni kaybettiği büyük oyuncak bebeğini düşünüyordu. O kadar üzülüyor ve canı sıkılıyordu ki deme gitsin. Birkaç defa parmaklarını sayıp, oyun oynadı. Sonra yavaşça pencerenin kenarına gitti. Canı çok sıkılıyordu. Birden bir karga çarptı gözüne, havuzun kenarına oturmuş su içiyordu. Yalnızlığını unuttu, yüreği ferahladı. Karga başını kaldırdı. Gözleri Ulduz’a takılınca uçmaya davrandı, ama ondan bir zarar gelmeyeceğini anlayınca gitmedi. Karga hafifçe araladı gagasını, Ulduz onun gülümsediğini düşündü. Mutlu oldu.
“Karga Bey, o havuzdaki su kirli, içersen hasta olursun” dedi.
Karga bir kez daha gülümsedi. Yerinde sıçrayarak, yaklaştı:
“Hayır canım, biz kargalar için hiç fark etmez. Bundan daha kötü durumdaki suları da içiyoruz, ama hiçbir şey olmuyor yine de. Ha bir de, bana Karga Bey diye seslenme. Ben dişi bir kargayım. Dört tane de yavrum var. Bana Anne Karga diyebilirsin.”
Ulduz, bir karganın dişi mi erkek mi olduğunun nasıl anlaşılabileceğini bilmiyordu. O kadar da sevimliydi ki, Ulduz onu tutup öpmek istiyordu. Karganın güzel olmadığı, hatta çirkin bile sayılabileceği doğruydu, ama sevgi dolu bir kalbi vardı. Biraz daha yaklaşacak olsaydı, Ulduz onu tutup öpecekti.
Anne Karga biraz daha yaklaştı:
“Senin ismin ne?”
Ulduz ismini söyledi.
Anne Karga:
“Evin içinde ne yapıyorsun?”
“Hiçbir şey. Üvey annem beni buraya koyup, yerimden hiç kıpırdamamamı söyledi ve hamama gitti.”
“Sen büyük insanlar gibi oturmuş derin derin düşünüyorsun. Neden oyun oynamıyorsun?”
Ulduz’un aklına kocaman bebeği geldi ve içini çekti. Sonra da sesini daha iyi duyurabilmek için pencereyi açtı:
“Artık oynayacak bir oyuncağım yok Anne Karga. Kocaman bir bebeğim vardı, o da ortadan kayboldu. Konuşan bir bebekti o.”
Anne Karga, gözyaşlarını kanadının ucuyla sildi, sıçrayarak yanaştı ve pencerenin pervazına oturdu. Ulduz önce biraz tedirgin olup kenara çekildi. Ama sonra o kadar mutlu oldu ki keyfine diyecek yoktu. O da kargaya yaklaştı.
Anne Karga:
“Bir oyun arkadaşın da mı yok?”
“Var. Yaşar var. Ama onu da çok az görebiliyorum. Çok az. Okula gidiyor.”
“O zaman gel birlikte oynayalım.”
Ulduz, Anne Karga’yı tuttu ve kucakladı. Başını öptü. Yüzünü öptü. Tüyleri sertti. Anne Karga, Ulduz’un giysilerini kirletmemek için ayaklarını topladı. Ulduz gagasını öptü. Gagası sabun kokuyordu.
“Anne Karga, sen sabunu çok mu seviyorsun?”
“Sabun