Neyse, konumuzdan uzaklaştık…
Bahçıvan sepeti yüklendi, bağın ortasındaki yoldan geçerken ayağını bastığı yerdeki bir fare yuvası çöküverdi, neredeyse düşüp yere kapaklanacaktı, neyse ki bir şekilde dengesini korudu da düşmedi. Ama bu sendeleme sırasında elindeki sepet sallanınca, ben kayıp yere düştüm. Bahçıvan ise benim düştüğümü fark etmedi bile, öylece geçip yürüdü gitti.
Güneş artık ortalığı iyice ısıtmaya başlamıştı, toprak bir miktar sıcaktı ama güneş epeyce yakıyordu. Tenim serin olduğu için, güneşin bana çok sıcak geldiğini düşünüyordum.
Sıcaklık ağır ağır kabuğumu aşıp, içime işlemeye başlıyordu şimdi. İçimdeki su bile ısınmıştı, o sırada çekirdeğime kadar ulaştı sıcaklık. Çok geçmedi ki susadığımı hissetmeye başladım.
Hâlbuki annemin yanındayken, ne zaman susasam onun suyunu içerdim, bir de daha fazla üzerime vurup da beni ısıtsın diye doğrudan güneşe bakar dururdum. Güneş ışınları üzerime gelir, yanaklarımı sıcacık yapardı. Annemden suyu emdikçe, besinimi alırdım ve içimdeki su coşup kaynamaya dururdu. Günbegün, irileştikçe irileşir, daha güzel, daha kırmızı ve iyice sulu bir şeftali hâline gelirdim. Yüzümdeki damarlar böyle böyle daha da kızıllaşırdı, ben ağırlaştıkça ağırlaşır, annemin kolunu yere doğru eğer, esintiyle ağır ağır sallanırdım.
Annem bana seslenirdi:
“Benim güzel kızım, güneşten kaçırma kendini. Bizim dostumuzdur güneş, toprak bize gıda verir, güneş de bizim için pişirip hazırlar onları. Hem bak, güneş sayesinde daha da güzelleşiyorsun sen. Güneşten kendini sakınanların ise benizleri sararıp solmuş, vücutları da hep kemik kemik olmuş. Bak benim güzel kızım, olur da bir gün güneş dünyaya küser de ondan ışığını esirgeyecek olursa, artık bu yeryüzünde tek bir canlının bile yaşayabilmesi mümkün olmaz. Hiçbir canlı, ne bir bitki ne de herhangi bir hayvan…”
Bu yüzden kendimi hiç sakınmadan güneşin önüne uzatır, güneşin sıcaklığını kabuğumla ve tüm vücudumla âdeta emer ve içimde toplardım. Bu şekilde günden güne güçlendiğimi fark ederdim. Sürekli sorar dururdum kendi kendime: “Eğer günün birinde, birisi güneşi kızdırır ve gücendirirse, o da bize küserse, hâlimiz ne olur o zaman?”
Düşündüm ama cevabını bulamadım, nihayet bir gün anneme sordum:
“Anneciğim, günün birinde Güneş Hanım’ı kızdırırlarsa ve o da küsüp darılırsa ne yaparız?”
Annem yapraklarıyla yüzümdeki tozu sildi ve cevap verdi:
“Neler düşünüyorsun böyle! Sen ne kadar akıllı bir kızsın. Güzel kızım, biliyorsun ki Güneş Hanım öyle birkaç kişinin yanlışı yüzünden bütün herkese küsüp darılmaz. Ama yavaş yavaş ışığını ve sıcaklığını kaybedip de ölebilir. İşte o zaman ya başka bir güneş bulmamız gerekir kendimize veya karanlıkta kalır, sonra da soğuktan donar ve buz tutarız.”
Sahiden, hikâyemizin neresinde kalmıştık?
Ha evet, en son sıcaklık iyice içime işleyip çekirdeğime kadar varmıştı ve ben susamaya başlamıştım. Bir süre sonra içimdeki su kaynamaya ve kurumaya başlayan kabuğumu çatlatmaya başladı. O esnada bir karınca hızlı hızlı karşıdan gelip yanıma yaklaştı ve etrafımda dönüp durmaya başladı.
Sepetten düştüğümde kabuğum bir noktadan çatlamış ve o çatlaktan birkaç damla öz suyum dışarıya sızmıştı, güneş vurunca da olduğu yerde katılaşmaya durmuştu. Karınca hortumunu kurumaya yüz tutan suya soktu ve sonra geri durdu. Bir süre açtığı deliklere bakıp göz gezdirdi. Ardından boynuzlarını dikip bir kez daha denedi. Ayaklarını sımsıkı yere bastırıp iyice zorladı, o kadar asıldı ki bir an hortumu kopacak sandım. Biraz daha zorladıktan sonra, artık katılaşmış durumdaki öz suyumu yapıştığı yerden sökebildi, sonra sevinç içinde koşa koşa uzaklaştı yanımdan.
Tam bu esnada bir ses duydum. İki kişi duvarın üzerinden zıplayıp aştı ve koşa koşa benim bulunduğum tarafa doğru geldiler. Sahip Ali ve Polat’tı bu gelenler, meyve yiyip karınlarını doyurmak için gelmişlerdi bağa. Diğer köylülerin aksine, bahçıvanın elindeki tüfekten hiç korkuları yoktu bunların. Köylüler adımlarını atmazlardı bağdan içeriye, ama Sahip Ali ve Polat yalın ayak, üzerlerinde yamalı ve yırtık pantolonlarıyla bağın içinde dolaşır dururlardı sürekli. Bahçıvan birkaç sefer arkalarından tüfeğiyle ateş etmiş, ama Polat ve Sahip Ali tabana kuvvet kaçıp kurtulmuşlardı mermilerden. O sıralarda her ikisi de yedi sekiz yaşlarında çocuklardı. Uzun sözün kısası, o gün koşa koşa yanımdan geçip gittiler ve doğruca annemin yanına vardılar. Biraz sonra gördüm ki geri dönüyorlar, ama yüzlerinden düşen bin parça. Konuşmalarından anladığım kadarıyla bahçıvana kızıyorlardı.
Polat:
“Bak gördün mü? Bu da bağın son meyvesi, ama bir tanesi bile kısmet olmadı bize.”
Sahip Ali:
“Ama ne yapabilirdik ki? Herif bir ay boyunca elinde tüfekle o ağacın dibine oturdu, bir an bile ayrılmadı ki bir yere.”
Polat:
“Lanet adam, bir tane bile bırakmamış bize. Ah be şimdi olsaydı şöyle sulu sulu bir tane şeftali o ağaçtan da yiyeydim ağzıma doldura doldura! Geçen yıl ne kadar çok yemiştik, hatırlıyor musun?”
Sahip Ali:
“Ulan sanki biz insan değiliz. Şu bağdaki her bir şeyi tek tek toplayıp, o herife götürüp veriyoruz zıkkımlansın diye. Ama bunların hepsi bizim yüzümüzden oluyor, hepimiz miskin miskin oturup o pislik herifin bütün köyü yağmalamasını seyrediyoruz hep birlikte.”
Polat:
“Sahip Ali bana bak! Ya bu bağ tamamen köyün ortak malı olur ya da buradaki bütün ağaçları ateşe veririm.”
Sahip Ali:
“İkimiz birlikte yakalım!”
Polat:
“Namussuzum yakmazsak!”
Sahip Ali:
“Yakmazsak bize de adam demesinler!”
İyice öfkelenen çocuklar, oldukları yerde öyle kızıp sağa sola tekme savuruyorlardı ki, ayaklarının altında kalıp bir tekme de ben yiyeceğim diye korktum. Ama yok, yemedim tekmeyi. Tam önlerinde duruyordum. Bu sırada Polat’ın ayağına bir diken battı. Bunun üzerine ayağından dikeni çıkarmak için eğilirken, bir anda beni fark etti yerde, bunun üzerine ayağını da dikeni de unuttu. Sonra yerden tutup kaldırdı beni ve Sahip Ali’ye gösterip seslendi:
“Bak Sahip Ali!”
Çocuklar beni sevinç içinde elden ele dolaştırdılar bir süre. Ama öylece yemek istemediler beni, dişlerinin arasında tadımı iyice çıkartmak