Ahmet Hüseyin’le bir iki saat kadar yürüdük ve Kasım’ın ayran sattığı yere vardık. Kasım, yerinde yoktu. Hacıabdulmahmud Caddesi’ne gittik biz de. Babasının dediğine göre, Kasım, annesini sağlık ocağına götürmüştü. Kasım’ın annesi her zaman hastaydı, ya bacakları ağrırdı ya da karnı.
Öğlene yakın saatlerdi. Ahmet Hüseyin ve Ziver’in oğluyla birlikte, Nadiri Caddesi’ndeki benim oyuncakçı dükkânının önünde, Deve’nin yanı başına çömelmiş çekirdek çitliyor, bir yandan da Deve’nin fiyatı hakkında konuşuyorduk. Sonunda kalkıp mağazaya girmeye ve tezgâhtara fiyatını sormaya karar verdik. Tezgâhtar bizi görünce, dilenci olduğumuzu düşünmüş olmalıydı. Biz daha kapıdan girmemiştik ki bağırdı:
“Dışarı çıkın, bozukluğumuz yok!”
Dışarıdaki Deve’yi göstererek,
“Dilenci değiliz biz, şu Deve kaç para?” diye sordum.
Adam hayret etti, duyduklarına inanamayarak,
“Deve mi?” diye sordu.
Ahmet Hüseyin’le Kasım da arkamdan aynı soruyu tekrarladı:
“Evet, Deve’yi soruyoruz. Kaç para?”
“Çıkın dışarı yahu! Deve satılık değil!”
Mağazadaki adamın bu sözü çok bozmuştu bizi, mecbur dışarı çıktık. Hem sanki satılık olsa ve fiyatını söylese, o kadar paramız mı vardı ki alabilelim? Deve olduğu yerde durmaktaydı hâlen. Üçümüzü birden sırtına alıp, dere tepe gezdirir de yine de zerre kadar yorulmaz gibi geliyordu bize. Ahmet Hüseyin’in eli güçlükle Deve’nin karnına yetişebiliyordu. Ziver’in oğlu da kolunu kaldırmış, yetişip yetişmediğine bakacaktı ki satıcı dışarı çıktı ve Kasım’ın kulağına yapıştı:
“Ulan eşek herif, görmüyor musun dokunmayın yazıyor üstünde!”
Satıcı bunu söyledi ve Deve’nin sırtına iliştirilmiş bir kâğıdı gösterdi. Kâğıtta bir şeyler yazıyordu, evet, ama biz hiçbirimiz okuma yazma bilmiyorduk ki! Oradan uzaklaştık ve çekirdeklerimizi çitleye çitleye parka doğru yollandık. Bir süre sonra, Ziver’in oğlu uykusunun geldiğini söyledi ve parkın içinde uygun bir yer bulup uzandı. Ahmet Hüseyin’le ikimiz, Şehir Parkı’na gitmeye karar verdik. Hava sıcak ve bunaltıcıydı. Öyle bir terlemiştik ki sorma gitsin… İkimizde de bir şey konuşacak mecal kalmamıştı. İçimden, “Keşke şimdi annemin yanında olsaydım.” diye geçiriyordum. Kendimi yalnız ve garip hissetmiştim.
Parkın girişinde, Ahmet Hüseyin bir satıcıdan iki binlik verip bir sandviç aldı, bir ısırık almam için bana da uzattı. Sonra da su kanalında yıkanmak için, her zamanki yerimize gittik. Biraz ötemizde de bizden önce gelmiş olan birkaç çocuk yıkanıyor, birbirlerine su sıçratıyorlardı. Ama Ahmet Hüseyin’le ikimiz, sakin bir şekilde suyun içine uzandık, uslu uslu vücudumuzu yıkayıp serinledik ve onların yaptığı gibi şakalaşmaya girişmedik. O sırada park bekçisi geldi ve bağıra çağıra hepimizi suyun başından kovdu, biz de kaçtık ve güneşli bir yer bulup oturduk. Oturduğumuz yerde toprağın üzerine deve şekilleri çiziyorduk ki babamın sesini duydum. Ahmet Hüseyin bizden ayrılıp gitti. Babamla ciğerciye gittik ve öğle yemeğimizi yedik. Babam benim konuşmadığımı ve düşünceli olduğumu görünce,
“Latif, ne oldu, iyi görünmüyorsun?” diye sordu.
“Hiç, bir şeyim yok.” dedim.
Yemekten sonra parka geldik, ağaçların gölgesinde biraz kestiririz diye düşünüyorduk. Babam, bir o yana bir bu yana döndüğümü ve bir türlü uykuya dalamadığımı gördü.
“Latif, ne oldu, kavga mı ettin? Birisi bir şey mi dedi sana? Hadi söyle bana, ne oldu?”
Bense hiç konuşacak durumda değildim. Hiç konuşmadan, böyle sessiz sakin kendi kendime içlenmek istiyordum o an. Keşke annem yanımda olsaydı da ona sımsıkı sarılıp kucaklasaydım, öpebilseydim. Birden ağlamaya başladım ve başımı babamın göğsüne dayayıp gizledim. Babam kalkıp oturdu, beni kucaklayıp iyice sokuldu ki rahat rahat ağlayabileyim diye. Ama babama yine bir şey söylemedim. Sadece annemi özlediğimi söyleyebildim. Sonra da derin bir uykuya daldım. Uyandığımda, babamı baş ucumda oturur buldum, bağdaş kurmuş, yoldan gelip geçeni seyrediyordu. Ayağını dürttüm,
“Baba!” diye seslendim.
Babam bana baktı, saçlarımı okşadı, “Uyandın mı aslan oğlum?” dedi.
Olumlu anlamda salladım başımı.
Babam:
“Yarın memleketimize geri döneceğiz, annenin yanına. Orada bir iş bulur çalışırız, ne de olsa bir lokma ekmek işte… Olmazsa da olmaz. Orada her ne olursa buradan bin kat iyidir. Perişan olduk buralarda, onlar da memlekette sersefil.”
Yolda, parktan otobüs garına gidene kadar, eve döneceğimize sevinmem mi yoksa üzülmem mi gerektiğini bilemedim. Deve’mden uzak kalmayı hiç istemiyordum. Yapabilsem, Deve’mi de yanımda götürürdüm, o zaman hiçbir üzüntüm kalmazdı.
Bilet almak için gara gidiyorduk, yine caddelerden yollardan geçtik. Babam, zerzevatçılık yaptığı el tezgâhını ne olursa olsun akşama kadar satmak istiyordu. Ben de ne olursa olsun gidip Deve’yi son bir kez görebilmek arzusundaydım. Akşam vakti gara yakın bir yerde buluşup, orada bir yerde uyumak üzere anlaştık. Babam beni o durumdayken tek başıma göndermeyi hiç istemiyordu, ama yalnız gidersem biraz yürüyüp dolaşacağımı ve açılacağımı söyleyip ikna ettim.
Gün batımına doğruydu vakit. Kaç saattir orada öylece durup Deve’yi seyrediyordum bilmiyorum, bir anda lüks bir otomobil yanaştı caddenin kenarına. Deve ile benim yanıma gelip durdu. Arabanın içinde bir adamla cici bir kız çocuğu oturuyordu, ikisinin de üstü başı tertemizdi. Kızın gözü Deve’ye kayınca gözleri zevkten parıldadı ve gülümsedi. Tedirgin oldum onu öyle görünce, yoksa benim Deve’mi satın alıp evlerine mi götüreceklerdi? Kız, babasının elini tuttu ve otomobilden dışarı çıkarttı:
“Çabuk ol babacık! Bizden önce birileri gelip almasın onu!”
Babayla kızı mağazaya girmek için davrandılar, ama baktılar ki dükkânın girişinde ben dikiliyorum ve yolu kapatmış durumdayım. O an ne hissettiğimi hiç bilmiyorum. Korkuyor muydum? Ağlamaklı mı olmuştum? Bir şeyin yasını mı tutuyordum? Ne hissettiğimi bilmiyorum. Tek bildiğim, kızla babasının yolunu kestiğim ve sürekli olarak,
“Beyefendi, bu Deve satılık değil, sabahleyin satıcı kendisi söyledi bana, inanın ki satılık değil.” diye konuşmamdı.
Adam beni sertçe kenara itti:
“Yolu niye kapatıyorsun be çocuk, çekil kenara!”
Sonra da ikisi birlikte mağazaya girdiler. Adam, mağazanın sahibiyle konuşmaya daldı. Kız ise sürekli arkasına bakıyor, Deve’yi seyrediyordu. Öyle cıvıl cıvıl bir hâli vardı ki onu gören, hayatta bir kere olsun üzülmediğini iddia edebilirdi. Benimse dilim lal olmuş ayaklarım kilitlenmiş