“Hayır, durun, bu benim devem, durun nereye götürüyorsunuz onu, bırakmam!” diye feryat figan bağırıyordum.
İşçilerden biri:
“Çekil kenara velet! Delirdin mi sen?”
Kızın babası da mağazanın sahibine beni gösterip,
“Dilenci mi bu?” diye sordu.
Çevredeki gelip geçen insanlar da olayı seyretmek için durmuş bakıyorlardı. Ben Deve’nin bacağını bırakmıyordum. Sonunda, işçiler havaya kaldırdıkları Deve’yi yere bırakmaya ve önce beni oradan uzaklaştırmaya mecbur kaldılar. Kızın sesi otomobilin içinden bile duyulabiliyordu,
“Babacığım bırakmayın şunu, el sürmesin oyuncağıma.” diyordu.
Adam gidip direksiyonun başına oturdu. Deve’yi otomobilin arka koltuğuna yerleştirdiler. Otomobil tam hareket etmek üzereyken yerimden fırladım ve onlara doğru koştum. İki elimle birden otomobile sıkıca yapışmış feryat ediyordum âdeta:
“Durun, benim Deve’mi nereye götürüyorsunuz? Bırakın, o benim Deve’m!”
Sanıyorum bu feryadımı kimse duymadı. Bağırmaktan sesim o kadar kısılıp gitmişti ki sanki feryadım boğazımın içinde boğuluyor, ağzımdan dışarı çıkmıyordu artık. Birisi gelip beni otomobilin yapışmış olduğum arka tarafından ayırdı ve kızla babası gitti. Ellerim yavaş yavaş boşluğa düştü, ben de artık ayakta duramadım, yüzüstü asfalt yolun üstüne yığıldım. Deve’me son bir kez baktım, otomobilin arkasında konulduğu yerden bana bakıyordu, gözlerinde yaş vardı ve boynundaki çanı sinirli sinirli sallıyor, sesi dışarıya kadar geliyordu.
Düşerken burnumu yere çarptığım için, yüzüm kan içinde kalmıştı. Ayaklarımı yere vura vura, hıçkırıklar içinde ağladım da ağladım…
O anda, mağazanın vitrinindeki makineli tüfeğin elimde olmasını ne kadar da çok isterdim.
BİR ŞEFTALİ BİN ŞEFTALİ
Fakir ve susuz bir köyün hemen yanı başında, oldukça geniş bir bağ vardı. Öyle güzel bir bağdı ki bu, yemyeşil ve düzenli, her bir yanı meyve ağaçlarıyla dolu, içinden geçen suyu bol… Bağ o kadar genişti ve ağaçlarla dopdoluydu ki, eline bir dürbün alıp bir ucundan bakmak istesen, diğer ucunu göremezdin.
Köyün ağası, birkaç yıl önce, köydeki toprakları parçalara ayırmış ve köylülere satmış, fakat bu güzelim bağı kendine ayırmıştı. Elbette, köylülere sattığı topraklar ne düzdü ne de ağaçlık. Engebeliydi, suyu da yoktu üstelik. Aslında, vadinin tam ortasında tek bir düz arazi vardı, işte o arazi de ağanın sahiplendiği bağıydı. Ağa, vadiye bakan diğer verimsiz toprakları, tepelik arazi ve yokuşlarıysa köylülere satmış, onlar da bu topraklara buğday ve arpa ekmişlerdi.
Her neyse, bir kenara bırakalım şimdi bunları, hem belki öykümüzle de bir ilgisi yoktur bunların.
Bu bağda iki tane şeftali ağacı yetişmişti, bir tanesi diğerinden daha küçük ve gençti. Bu iki ağacın da hem yaprakları hem de çiçekleri tıpatıp diğerine benzerdi, o kadar benzerdi ki, bu iki ağacı gören herkes daha ilk bakışta her ikisinin de aynı tür olduğunu anlayıverirdi.
Ağaçların daha büyük olanı aşılıydı, her yıl kocaman, kıpkırmızı ve göz alıcı şeftaliler verirdi. Bu meyveler o kadar iri olurdu ki, avuca zor sığardı, insan ısırıp yemeye kıyamazdı.
Bahçıvanın dediğine göre, bu ağacı yabancı bir mühendis aşılamıştı ve aşılarken kullandığı sürgünü de kendi memleketinden getirmişti. Böylesine masraf edilen bir ağacın şeftalilerinin ne kadar değerli olacağı herkesin malumudur.
Kem gözler ilişip de nazar değdirmesin diye, birer ufak tahta parçasının üzerine (Kuran’dan) “Ve in yekâd…” ayeti yazılıp, her iki ağacın da üzerine iliştirilmişti.
Buna karşılık, küçük şeftali ağacı her yıl binlerce çiçek açmasına rağmen, bir tane olsun şeftali vermezdi. Ya çiçekleri dökülür ya da henüz olgunlaşamadan meyveleri kuruyup düşerdi. Bahçıvan, bu küçük şeftali ağacı için elinden geleni yapıyor, ama ağacın durumunda hiçbir değişiklik olmuyordu. Yıldan yıla yeni yeni dalları ve çiçekleri ortaya çıkıyor; buna rağmen, şifa niyetine olsun, bir tane bile şeftali vermiyordu.
Bahçıvanın aklına küçük ağacı da aşılamak fikri geldi, ama ağaçta yine bir değişiklik olmadı. Besbelli iş inada binmişti sanki! Bahçıvan bu durumdan bıkıp usanmıştı artık. Sonunda, bir küçük oyun oynayıp, ağacın gözünü korkutmayı düşündü. Gidip testeresini getirdi, karısına da seslenip yanına çağırdı, ardından başladı küçük şeftali ağacının hemen önünde testeresinin dişlerini bilemeye. İşini bitirdi, testerenin dişlerini iyice biledi. Sonra geri geri yürüyüp birden ağacın üzerine doğru hamle yaptı elinde testeresiyle. Öylesine tehdit edercesine yürüyordu ki, hâlinde âdeta “Şimdi seni kökünden keseyim de gör, hele bakayım şeftalilerini bir daha dökebilecek misin!” der gibi bir eda vardı.
Bahçıvan ağaca doğru hışımla adım atmaya başlamıştı ki, daha yolun yarısına gelmeden, karısı arkasından yetişip kolunu tuttu: “Ölümü gör, yapma! Sana söz veriyorum, önümüzdeki yıldan itibaren şeftalilerini artık dökmeyecek, büyütüp olgunlaştıracak. Ama, yok eğer yine tembellik etmeye devam ederse, işte o vakit ikimiz bir olur keseriz, odunlarını da ateşe atar yakarız, varsın kül olsun!”
Ama gel gör ki, bu hile ve gözdağı da ağacın huyunu suyunu değiştirmeye yetmedi.
Şimdi hepiniz küçük şeftali ağacının asıl derdinin ne olduğunu ve niye bir türlü olgun ve güzel meyveler vermediğini merak ediyorsunuz, öyle değil mi? Pekâlâ, o zaman hikâyemizin bundan sonrasını doğrudan kendisi anlatsın bakalım…
İyi dinleyin o hâlde…
Kulaklarınızı iyice açın da küçük şeftali ağacımız ne söylemek istiyor iyi dinleyin. Artık hiç ses çıkarmayın, bakalım küçük şeftali ağacı ne söyleyecek bize. İşte kendi hikâyesini anlatıyor:
“Biz yüz, yüz elli tane şeftaliydik, bir sepetin içinde duruyorduk. Güneş vurup da narin tenimizi kurutmasın, al yanaklarımız toza bulanmasın diye, bahçıvan içinde bulunduğumuz sepetin üzerini ve yan taraflarını asma yapraklarıyla örtmüştü. İncecik yaprakların arasından yeşil bir ışık süzülüp bize ulaşıyor ve yanaklarımızın kızıllığıyla buluştuğunda, gönül ferahlatan bir manzara çıkarıyordu ortaya.
Bahçıvan, sabah güneş henüz doğmadan toplamıştı bizleri, o yüzden üzerimiz serin ve nemliydi. Sonbahar gecelerinin soğuğu üzerimizdeydi hâlen. Yeşil yaprakların arasından süzülüp gelen ışık ise sıcağı taşıyordu içimize.
Elbette hepimiz aynı ağacın çocuklarıydık. Bahçıvan, her yıl bu vakitlerde annemin dallarından topladığı şeftalileri sepete doldurur ve şehire götürürdü. Oraya vardığında, doğruca ağanın evine gidip kapısını çalar ve sepeti teslim edip köye dönerdi. Tıpkı şimdi de yaptığı gibi…
Dedim ya, biz yüz, yüz elli tane olgun ve sulu şeftaliydik. Biraz da kendimden bahsedeyim; tatlı ve lezzetliydi benim suyum, kabuğum o kadar ince ve narindi ki neredeyse dolgunluğumdan çatlayıverecekti. Yanaklarım o denli kırmızıydı ki, bir görsen, muhakkak sanırdın ki çıplak kalmışım da onun utancıyla kızarmışım. Üstelik sonbahar şebnemleri üstümü başımı öylesine ıslatmıştı ki, sanki sudan yeni çıkmış gibiydim.
İçimdeki