Böylece imparatorun kızı konuşmuş ve saatçinin karısı olmuş. Hemen evlenmişler.
Bu hikâye, her ne kadar iyi anlatılmış olsa da son derece kusurlu. Elbette büyük kardeş aynasına bakıp prensesin öldüğünü ya da ölmek üzere olduğunu görür. Ardından ortanca kardeş elbiseyle birlikte üçünü onun yanına götürür ve en küçük kardeş ancak o zaman yaşam elmasını kullanabilir.
Kızıl Kral ve Cadı
O Kızıl Kral’mış ve on duka değerinde yiyecek almış. Yiyecekleri pişirip bir yüklüğe koymuş. Yüklüğü kilitledikten sonra her gece insanları bu erzakı korumaları için nöbete dikmiş.
Sabah kalkıp baktığında tabakları boş bulmuş. İçlerinde hiçbir şey yokmuş. Kral, “Yüklüğü koruyacak ve erzakın kaybolmamasını sağlayacak kişiye krallığımın yarısını vereceğim,” demiş.
Kral’ın üç oğlu varmış. En büyükleri kendi kendine düşünmüş. “Tanrım! Krallığın yarısını bir yabancıya vermek mi? En iyisi nöbeti ben tutayım. Krallığın yarısı Tanrı’nın isteğiyle benim olsun.”
Babasına gitmiş. “Selam olsun baba. Krallığın yarısını bir yabancıya vermek mi? En iyisi nöbeti ben tutayım.”
Babası, “Tanrı’nın istediği gibi, yalnızca görebileceklerin seni korkutmasın,” demiş.
Oğlan saraya gidip uzanmış. Başını yastığa koymuş ve şafak sökene kadar da kaldırmamış. Ilık, tatlı bir rüzgâr onu uykuya sürüklemiş. Küçük kız kardeşi o sırada kalkıp bir takla atmış ve tırnakları baltaya, dişleri küreğe dönüşmüş. Dolabı açıp her şeyi yemiş. Sonra yeniden bir çocuğa dönüşüp beşiğine dönmüş. Ne de olsa daha memeden kesilmemiş bir bebekmiş. Delikanlı kalkmış ve babasına hiçbir şey görmediğini söylemiş. Babası dolaba baktığında tabakların boş olduğunu görmüş. Ne yiyecek varmış ne başka bir şey. Babası, “Senden daha iyisi de olabilirdi ama o da bir şey yapamayabilirdi,” demiş.
Ortanca oğlu da Kral’ın karşısına çıkmış. “Selam olsun baba. Bu gece ben nöbet tutacağım.”
“Peki evlat, erkek gibi davran yeter.”
“Tanrı’nın isteğine göre olsun.”
O da saraya gidip başını yastığa koymuş. Saat on gibi tatlı bir esinti gelmiş ve uyku, oğlanı kıskıvrak yakalamış. Kız kardeşi kalkıp kundağından kurtulmuş, bir takla atmış ve dişleri küreğe, tırnakları baltaya dönüşmüş. Dolabı açmış ve tabaklarda ne bulduysa yemiş. Her şeyi yedikten sonra yeniden bir takla atıp beşikteki yerine dönmüş. Şafak sökerken delikanlı uyanmış. Babası neler olduğunu sormuş, sonra da, “Senden daha iyi bir adam olabilirdi ve o da senin kadar zavallı bir yaratıksa, benim için hiçbir şey yapmayabilirdi,” demiş.
En küçük oğlan ayaklanmış. “Selam olsun baba. Bu gece benim de dolap için nöbet tutmama izin ver.”
“Peki evlat, yalnızca göreceklerin seni korkutmasın.”
“Tanrı’nın isteğine göre olsun,” demiş delikanlı.
Oğlan kalkıp dört iğne almış ve başını yastığa koymuş. Dört iğneyi de dört farklı yere yerleştirmiş. Uyku onu ele geçirdiğinde başını bir iğneye çarpmış ve böylece saat ona kadar uyanık kalmış. Kardeşinin beşiğinden kalktığını görmüş. Kız takla atarken oğlan da onu izliyormuş. Kızın dişleri küreğe, tırnakları baltaya dönüşmüş. Küçük kız dolaba gidip her şeyi yemiş. Tabakları bomboş bırakmış. Sonra yeniden takla atıp eskisi gibi küçülmüş ve beşiğine dönmüş. Delikanlı olanları görünce korkudan tir tir titremiş. Şafağın sökmesine dek geçen zaman ona on yıl gibi gelmiş. Hemen kalkıp babasının yanına gitmiş. “Selam olsun baba.”
Babası hemen, “Bir şey gördün mü Peterkin?” diye sormuş.
“Ne gördüm, ne görmedim… Bana para ve at ver. Parayı taşıyabilecek kuvvette bir at olsun. Evlenmek için uzaklara gideceğim.”
Babası ona birkaç çuval duka vermiş. Oğlan hepsini ata yüklemiş. Gidip şehrin sınırında bir çukur kazmış. Taştan bir sandık yapıp tüm parayı içine koymuş ve sandığı gömmüş. Üzerine bir haç koyup gitmiş. Sekiz yıl boyunca seyahat ettikten sonra bütün uçan kuşların kraliçesine rastlamış.
Kuşların kraliçesi, “Nereye gidiyorsun Peterkin?” diye sormuş.
“Oraya, ölümün de yaşlılığın da olmadığı yere gidiyorum evlenmek için.”
Kraliçe, “Burada ölüm de yok yaşlılık da,” demiş.
Peterkin de ona, “Burada nasıl ölüm de yaşlılık da olmaz?” diye sormuş.
Kraliçe, “Ben bu ormandaki tüm ağaçları kestiğimde ölüm gelip beni ve yaşlılığı alacak,” diye cevap vermiş.
Peterkin, “Bir gün ve bir sabah ölüm ve yaşlılık gelip beni alacak,” demiş.
Sonra yeniden yola düşüp sekiz yıl daha seyahat etmiş. Sonunda bakırdan bir saraya varmış. Saraydan bir kız çıkmış, onu tutup öpmüş. “Uzun zamandır seni bekliyordum,” demiş sonra.
Atı alıp ahıra koymuş. Delikanlı geceyi orada geçirmiş. Sabah kalkıp eyerini atına yerleştirmiş.
Genç kız ağlamaya başlamış. “Nereye gidiyorsun Peterkin?” diye sormuş.
“Ölümün de yaşlılığın da olmadığı o yere.”
Genç kız ona, “Burada ölüm de yok yaşlılık da,” demiş.
Peterkin, “Nasıl oluyor da burada ölüm de yaşlılık da olmuyor?” diye sormuş.
“Bu dağlar ve ormanlar yerle bir olduğunda ölüm gelecek.”
“Burası bana göre bir yer değil,” demiş delikanlı ona. Sonra yeniden yollara düşmüş.
Peki atı ona ne demiş? “Efendi, beni dört kez, kendini iki kez kırbaçla. Çünkü Pişmanlık Ovası’na vardın. Pişmanlık seni ele geçirecek. Seni de atı da dümdüz edecek. O yüzden atı mahmuzla, kaç, sakın oyalanma.”
Genç oğlan bir kulübeye varmış. Kulübede on yaşında bir çocuğa rastlamış. Çocuk ona, “Burada ne arıyorsun Peterkin?” diye sormuş.
“Ölümün de yaşlılığın da olmadığı o yeri arıyorum.”
Çocuk, “Burada ölüm de yok yaşlılık da,” demiş. “Ben Rüzgârım.”
Peterkin bunun üzerine, “Buradan asla ama asla ayrılmayacağım,” demiş. Yüz yıl boyunca orada yaşamış ve hiç yaşlanmamış.
Delikanlı orada yaşarken Altın ve Gümüş dağlarına avlanmaya gidiyormuş ama av etlerini eve nadiren getirebiliyormuş.
Rüzgâr ona demiş ki: “Peterkin, Altın dağlarına git, Gümüş dağlarına git ama sakın Pişmanlık dağlarına ve Keder vadisine gitme.”
Peterkin ona kulak asmayarak Pişmanlık dağına ve Keder vadisine gitmiş. Keder onu ele geçirmiş. Delikanlı, gözlerinde yaş kalmayıncaya kadar ağlamış.
Ardından Rüzgâr’a gitmiş. “Ben babama döneceğim, burada daha fazla kalamam,” demiş.
“Gitme, baban öldü, abilerin bıraktığın evde değiller. Bir milyon yıl gelip geçti o