“Hayır,” diye yanıtladı Robert Åkerblom. “Bu esrar perdesinin bir an önce kalkması gerek.”
“Şimdi birlikte evi gözden geçirelim,” dedi Wallander. “Sonra da bizlere bir ipucu verebilecek her şeyi, çekmecelerini, giysilerini, eşyalarını aramak zorundayım. Umarım bunu anlayışla karşılarsınız.”
“Louise çok düzenli bir kadındır,” dedi Åkerblom.
Birlikte üst kata çıktılar, sonra bodrum katıyla garaja da baktılar. Wallander, Louise Åkerblom’un pastel renklerden hoşlandığını fark etmişti. Hiçbir yerde ne koyu renk bir perde ne de örtü vardı. Ev, yaşama sevinci yayıyordu. Mobilyalar eski ve yeninin karışımıydı. Çayını içerken mutfağın aletlerle dolu olduğunu fark etmişti. Günlük yaşamlarında sofuluğun izleri yoktu.
Robert Åkerblom evi dolaşmayı tamamladıklarında, “Bir süre için büroya dönmeliyim,” dedi. “Sizi burada tek başınıza bırakabilir miyim?”
“Elbette,” diye cevap verdi Wallander. “Siz dönene dek ben de sorularımı not ederim. Ya da sizi ararım. Her neyse, ben de saat ondan önce basın toplantısı için merkeze gideceğim zaten.”
“O zamana kadar ben dönerim,” dedi Robert Åkerblom.
Wallander yalnız kalınca evi sistemli bir şekilde yeniden incelemeye başladı. Mutfaktaki tüm dolap ve çekmeceleri açtı, buzdolabını ve dondurucuyu inceledi.
Bir şey onu çok şaşırtmıştı. Eviyenin altındaki dolap içki doluydu. Bu da dindar Åkerblom ailesiyle ilgili izlenimine hiç uymuyordu.
Mutfaktan oturma odasına geçti, ama burada da kayda değer bir şey bulamadı. Sonra üst kata çıktı. Kızların odasına girmedi. Önce banyoya giderek ilaç şişelerinin etiketlerini okudu, Louise Åkerblom’un ilaçlarını not defterine yazdı. Banyodaki teraziye çıktı, kilosunu öğrenince yüzünü buruşturdu. Sonra da yatak odasına girdi. Kadın giysilerini karıştırmaktan hiç hoşlanmaz, sanki haberi olmadan birinin kendisini izlediği duygusuna kapılırdı. Dolaplardaki tüm ayakkabı kutularıyla torbaların içine baktı. Daha sonra da genç kadının iç çamaşırlarının bulunduğu çekmeceyi açtı. Kendisini şaşırtacak ya da bildiklerinin dışında bir şeyler ifade edebilecek tek bir şey bile bulamamıştı. Yatak odasındaki işini bitirdikten sonra yatağın kenarına oturarak çevresine bakındı.
Hiçbir şey yok, diye geçirdi içinden. Hiçbir şey!
İç çekerek yatak odasının yanındaki odaya girdi. Burası çalışma odasıydı. Masanın başına geçip oturarak çekmeceleri teker teker açmaya başladı. Birkaç albümle bazı mektuplar buldu. Louise Åkerblom’un gülümsemediği ya da gülmediği tek bir fotoğraf bile yoktu. Çekmeceden çıkardıklarını özenle yerine koyup çekmeceyi kapattı ve bir sonrakini açtı. Burada da vergi iadeleri, sigorta poliçeleri, çocukların okullarıyla ilgili bazı kâğıtların dışında ilginç bir şey yoktu.
Masanın en alt çekmecesini açtığında oldukça şaşırdı. Önce çekmecede yalnızca beyaz mektup kâğıtlarının bulunduğunu sanmıştı. Kâğıtları kaldırdığındaysa eline metal bir şey değmişti. Çekip alarak kaşlarını çattı.
Bu, bir çift kelepçeydi. Oyuncak değil, gerçek kelepçelerdi. İngiliz yapımı. Kelepçeleri masanın üstüne koydu. Bunların gizemli bir anlamı olmaları gerekmiyor, diye geçirdi içinden. Ama özenle saklanmışlar. Ve Robert Åkerblom eğer onların orada olduğunu bilseydi mutlaka onları oradan alırdı. Çekmeceyi kapatarak kelepçeleri cebine attı.
Odadan çıkarak bodrumdaki odalara ve garaja bakmaya gitti. Garajdaki raflardan birinde tahta bir uçak maketi duruyordu. Robert Åkerblom’u gözünün önünde canlandırdı. Kim bilir belki de bir zamanlar pilot olmak istemişti?
O sırada telefon çalmaya başladı. Yanıt vermek için koşarak yukarı çıktı.
Bu arada saat dokuz olmuştu.
“Komiser Wallander’le görüşebilir miyim?” Arayan Martinson’du.
“Benim,” dedi Wallander.
“Buraya gelsen iyi olacak,” dedi Martinson. “Hemen.”
Wallander kalbinin hızlı hızlı atmaya başladığını hissetti.
“Onu buldunuz mu?” diye sordu.
“Hayır,” diye yanıtladı Martinson, “ne onu ne de arabasını bulduk. Ama bir ev yanıyor. Ya da şöyle diyeyim, bir evde bomba patladı. Bunun bizim olayla bir bağlantısı olduğunu sanıyorum.”
“Hemen geliyorum,” dedi Wallander.
Robert Åkerblom’a bir not yazarak mutfak masasının üstüne bıraktı.
Krageholm’e giderken yolda Martinson’un söylediklerinden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Evde bomba patladı? Hangi evde?
Üç büyük kamyonu başarıyla solladı. Yağmur o kadar hızlanmıştı ki silecekler güçlükle yetişiyordu.
Meşe ağacının bulunduğu köşeye geldiğinde yağmur hızını kesmişti. Ağaçların arasından yükselen siyah dumanları gördü. Ağacın hemen yanı başında bir polis arabası kendisini bekliyordu. Arabanın içindeki polislerden biri ağacın yanından dönmesini işaret etti. Wallander bu yolun dün yanlışlıkla girdiği lastik izleriyle dolu yol olduğunu fark etti.
Yolda başka bir şey daha vardı ama bunun ne olduğunu tam olarak anlayamamıştı.
Olay yerine yaklaştığında evi tanıdı. Bu sol tarafta, yoldan görülmeyen evdi. İtfaiye memurları canla başla yangını söndürmeye çalışıyorlardı. Wallander arabasından iner inmez alevlerin sıcaklığını yüzünde hissetti. Martinson koşarak yanına geldi.
“İçerde biri var mı?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” dedi Martinson. “Bildiğimiz kadarıyla yok. Zaten içeriye girmek mümkün değil şu anda. Dumandan göz gözü görmüyor. Evin sahibi öldüğünden bu yana, bir yıldan uzun süredir ev boşmuş. Bu civarda yaşayan çiftçilerden biri anlattı. Evle ilgilenen kişi kiralasın mı yoksa satsın mı bir türlü karar veremiyormuş.”
“Peki, ne oldu?” dedi Wallander evden yükselen yoğun dumanlara bakarak.
“Ana yoldan uzaktaydım,” dedi Martinson. “Ordu arama birliklerinden biri buralardaymış. Sonra da bu ani patlama oldu. Sanki bomba patlamış gibiydi. Önce bir uçak düştü sandım. Sonra da dumanı gördüm. Buraya ulaşmam beş dakikamı aldı. Her yer alevler içindeydi. Yalnız ev değil ahır da yanıyordu.”
Wallander düşünmeye çalıştı.
“Bomba,” dedi. “Gaz kaçağı olabilir mi?”
Martinson başını olumsuz bir şekilde iki yana salladı. “Yirmi tüp bile böylesi bir patlamaya neden olmaz,” dedi. “Arkadaki meyve ağaçları havaya uçtu. Kasıtlı yapılmış bir şey bu.”
“Tüm çevre asker ve polisle sarılıyken mi?” dedi Wallander. “Kundaklama için oldukça garip bir zamanlama.”
“İşte bu yüzden aralarında doğrudan bir bağ olabileceğini düşünüyorum,” dedi Martinson.
“Bir fikrin var mı?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” diye yanıt verdi Martinson. “Yok.”
“Evin sahibi kimmiş, öğren,” dedi Wallander. “Bu evle araziden kim sorumlu, bunları öğrenmeni istiyorum. Sana katılıyorum, bu, basit bir rastlantıdan öte bir şey. Björk nerede?”
“Basın toplantısına hazırlanmak için merkeze gitti,” dedi Martinson.