“Beşte toplantı var,” dedi Wallander telefonu kapatırken.
On beş dakika sonra Åkerblom’ların mutfağındaydı yine. Birkaç saat önce oturduğu aynı sandalyede çayını yudumluyordu.
“Bazen beklenmedik bir anda ortaya çıkan acil durumlarla karşılaşıyoruz,” dedi Wallander. “Büyük bir yangın çıkmıştı, oraya gitmek zorunda kaldım. Ama kontrol altına alındı neyse ki.”
“Anlıyorum,” dedi Robert Åkerblom kibarca. “Polis olmanın pek kolay olduğunu sanmıyorum.”
Wallander karşısında oturan adama dikkatle baktı. Aynı anda da pantolonunun cebindeki kelepçeleri hatırladı. Aklındaki soruları aslında hiç sormak istemiyordu.
“Birkaç sorum var,” dedi. “Sorabilir miyim?”
“Elbette,” dedi Åkerblom. “Sorabilirsiniz.”
Wallander, Robert Åkerblom’un ses tonundaki belli belirsiz tedirginliği fark etmişti.
“Karınız hasta mıydı?”
Adam ona şaşkınlıkla baktı. “Hayır,” diye cevap verdi. “Bunu da nereden çıkardınız?”
“Onun ciddi bir hastalığı olduğu kanısına kapıldım. Son zamanlarda doktora gitmiş miydi?”
“Hayır. Eğer hasta olsaydı bunu mutlaka bana söylerdi.”
“İnsanlar bazen böylesi ciddi hastalıklar söz konusu olduğunda konuşmakta zorlanabilirler,” dedi Wallander. “Ya da en azından düşüncelerini ve duygularını toplamak için birkaç gün beklemeyi yeğlerler. Genellikle duygularını paylaşmak, bir teselli aramak isteyen hasta bunu kendi kendine yapmak zorunda kalır.”
Robert Åkerblom yanıt vermeden bir an düşündü.
“Böyle bir durumla karşı karşıya olduğunu hiç sanmıyorum.”
Wallander başını sallayarak sorularını sormayı sürdürdü.
“İçki sorunu var mıydı?”
Robert Åkerblom yüzünü buruşturdu.
“Nasıl böyle bir soru sorabilirsiniz?” dedi bir anlık bir sessizlikten sonra. “İkimiz de alkolden uzak dururuz.”
“Ama eviyenin altındaki dolap ağzına kadar içki dolu,” dedi Wallander.
“Başkalarının içki içmelerine karışmayız,” diye karşılık verdi Åkerblom. “Elbette makul ölçülerde. Ara sıra arkadaşlarımız gelir. Bizim gibi küçük bir emlak şirketi bile, müşterilerini zaman zaman uygun bir şekilde ağırlamalıdır, öyle değil mi?”
Wallander başını onaylarcasına salladı. Bu yanıtı sorgulaması için bir neden yoktu. Bakışlarını Robert Åkerblom’un yüzünden ayırmadan kelepçeleri cebinden çıkararak masanın üstüne koydu.
Düşündüğü oldu. Adamın yüzünde şaşkınlık dolu bir ifade belirdi.
“Beni tutukluyor musunuz?” diye sordu.
“Hayır,” dedi Wallander. “Ama bu kelepçeleri yukardaki çalışma odanızda, masanın en alt çekmecesinde kâğıtların altında buldum.”
“Kelepçe mi,” diye mırıldandı Robert Åkerblom. “Bunları ilk kez görüyorum.”
“Kelepçeleri çekmeceye kızlarınızdan biri koymadığına göre bunlar herhâlde karınızın,” diye üsteledi Wallander.
Robert Åkerblom başını şaşkınlıkla iki yana sallayarak, “Anlayamıyorum,” dedi.
Wallander birden karşısında oturan adamın yalan söylediğini hissetti. Sesindeki belli belirsiz öfkeden, bakışlarında bir an için yanıp sönen güvensiz ifadeden hissetmişti bunu. Ve bu da ona yetmişti.
“Kelepçeleri çekmeceye başka biri koymuş olabilir mi?” diye sordu sakin bir sesle.
“Bilmiyorum,” dedi Robert Åkerblom. “Bize yalnızca kilisedeki dostlarımız gelir. Müşteriler dışında demek istiyorum ve onlar da hiçbir şekilde yukarı çıkmazlar.”
“Hiç kimse! Öyle mi?”
“Ebeveynlerimiz. Birkaç akrabamız ve çocukların arkadaşları.”
“Yani epeyce kişi…” dedi Wallander.
“Anlayamıyorum,” dedi bir kez daha Robert Åkerblom.
Belki de kelepçeyi orada nasıl unutmuş olabileceğini anlamıyorsundur, diye geçirdi içinden Wallander. Bu kelepçelerin ne anlama geldiğini mutlaka bulmam gerek…
Wallander ilk kez Robert Åkerblom’un karısını öldürüp öldürmediğini sordu kendi kendine. Ama sonra da bu soruyu kafasının bir kenarına attı. Kelepçeler ve adamın yalan söylemesi Wallander’in düşündüklerini tersine çevirecek denli güçlü kanıtlar değildi.
“Bu kelepçelerin çekmeceye nasıl girdiğini açıklayamayacağınızdan emin misiniz?” diye sordu Wallander bir kez daha. “Evde kelepçe bulundurmanın yasalara aykırı olmadığını belirtmeliyim. Bunun için ruhsata ihtiyacınız yok. Öte yandan da her canınız istediğinde insanları kelepçeleyemezsiniz, tabii ki.”
“Size yalan söylediğimi mi düşünüyorsunuz?” diye sordu Robert Åkerblom.
“Hiçbir şey düşünmüyorum,” dedi Wallander. “Ben yalnızca bu kelepçelerin neden çalışma odanızdaki masanın çekmecesinde olduğunu öğrenmek istiyorum.”
“Onların bu eve nasıl girdiğinden haberim olmadığını az önce de söyledim size.”
Wallander evet dercesine başını salladı. Daha fazla baskı yapmanın bir anlamı yoktu. En azından şimdilik. Ama yine de adamın yalan söylediğinden emindi. Evliliklerinin hiç de iyi gitmediği ve çok kötü bir cinsel yaşamları söz konusu olabilir miydi acaba? Bu, Louise Åkerblom’un neden ortadan kaybolduğunu açıklayabilir miydi?
Wallander görüşmenin bittiğini belirtircesine çay fincanını hafifçe kenara itti. Kelepçeleri mendiline sararak cebine koydu. Teknik bir inceleme bunların ne amaçla kullanıldığını açıklayabilirdi.
“Şimdilik bu kadar,” dedi Wallander ayağa kalkarak. “Bir şey olursa hemen sizi arayacağım. Akşam gazetelerinde ve yerel radyo yayınında bu olaya yer verileceğinden bu akşam hazırlıklı olmanızda yarar var. Birçok kişi telefon edip ne olduğunu soracaktır. Tüm bunların araştırmamıza yardımcı olacağını umuyoruz.”
Robert Åkerblom karşılık vermeden başını evet dercesine sallamakla yetindi.
Wallander adamın elini sıkarak arabasına gitti. Hava değişiyordu. Yağmurun hızı kesilmişti. Rüzgâr da eskisi gibi sert esmiyordu.
Wallander birkaç sandviç atıştırıp bir fincan kahve içmek için tren istasyonunun yanındaki Fridolf’un Kafesi’ne doğru sürdü arabasını. Yeniden arabasına binip yangın yerine doğru yola koyulduğunda saat 12.30 olmuştu. Arabasını park etti, barikatın üstünden atlayarak bir kül yığını hâline gelmiş olan ahırla eve şaşkınlıkla baktı. Polis henüz araştırmayı başlatmamıştı. Wallander küllerin yanına yaklaşarak çok iyi tanıdığı görevli itfaiye şefi Peter Edler’le konuşmaya başladı.
“Yangını söndürdük sayılır,” dedi. “Yapacak bir şey yok. Ne dersin, kundaklama mı?”
“Bilmiyorum,” diye cevap verdi Wallander. “Svedberg’i ya da Martinson’u gördün mü?”
“Galiba bir şeyler atıştırmaya gittiler,” diye yanıtladı Edler. “Rydsgård’a gittiler.