“Ben hastane işiyle ilgileneceğim,” dedi Martinson.
Telefon çaldığında not defterlerini toplamış, salondan çıkmak üzereydiler. Martinson’la Wallander koridora çıkmıştı bile. Björk arkalarından seslendi.
“Bingo!” Yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Arabayı bulmuşlar galiba. Arayan Norén’di. Yangını izlemeye gelen bir çiftçi birkaç kilometre ötedeki gölde bir araba olduğunu söylemiş polislere. Sjöbo dışında bir yerlerde dedi galiba. Norén olay yerine gitmiş ve çamurlu suyun arasından çıkan bir radyo anteni görmüş. Adı Antonson olan çiftçi arabanın bir hafta önce orada olmadığından eminmiş.”
“Tamam, hemen gidelim,” dedi Wallander. “O arabayı bu akşam sudan çıkarmalıyız. Bu iş yarına kalamaz. Işıldakla vinç ayarlamalıyız.”
“Umarım arabada kimse yoktur,” dedi Svedberg.
“Biz de bunu öğrenmeye gidiyoruz zaten,” diye karşılık verdi Wallander. “Hadi!”
Göl, Sjöbo yolunda Krageholm’ün kuzeyinde çalılık alana yakın, ulaşılması zor bir yerdeydi. Polisin olay yerine ışıldakla vinç getirmesi üç saat sürmüştü ve arabayı bağladıklarında saat gecenin dokuz buçuğu olmuştu. Daha sonra da Wallander göle girdi. Norén’in arabasındaki yedek tulumlardan birini üstüne geçirmişti. Islandığının ve üşümeye başladığının farkında değildi. Tüm dikkatini arabanın üstünde yoğunlaştırmıştı. Hem gergin hem de tedirgindi. Bunun aradıkları araba olmasını diliyordu içinden. Ama öte yandan da Louise Åkerblom’u arabanın içinde bulmaktan çok korkuyordu.
“Her ne olursa olsun, bir şeyden kesinlikle eminiz,” dedi Svedberg. “Bu, bir kaza değil. Araba görülmemesi için çamurların içine özellikle itilmiş. Büyük bir olasılıkla da bu işlem gece yarısı yapılmış çünkü arabayı iten kişi radyo anteninin görüldüğünü karanlıkta fark edememiş.”
Wallander başını onaylarcasına salladı. Svedberg haklıydı.
Kablo yavaşça gerildi. Vinç çekmeye hazırlandı. Arabanın arka tarafı yavaşça ortaya çıktı. Wallander araba konusunda uzman olan Svedberg’e baktı.
“Aradığımız araba mı?” diye sordu.
“Bekle biraz,” diye karşılık verdi Svedberg. “Tam olarak göremedim.”
Daha konuşmalarını yeni bitirmişlerdi ki kablo koptu ve araba yeniden çamurlu suya gömüldü. Her şeye baştan başlamak zorunda kalmışlardı. Yarım saat sonra vinç arabayı çekmeye hazırdı.
Wallander bir arabaya bir Svedberg’e bakıp duruyordu.
Svedberg birden başını salladı. “Evet, o! Toyota Corolla bu! Bundan hiç kuşkum yok.”
Wallander ışıldaklardan birini arabaya doğru çevirdi. Artık herkes arabanın renginin lacivert olduğunu rahatça görüyordu.
Araba yavaşça gölden çıkarıldı. Vinç durdu. Svedberg, Wallander’e baktı. Arabanın yanına gidip içine baktılar. Boştu. Wallander bagajı açtı. O da boştu.
“Araba boş,” dedi Björk’e.
“Kadın gölün dibinde yatıyor olabilir,” dedi Svedberg.
Wallander evet dercesine başını salladı. Gölün çevresi yaklaşık yüz metre kadardı ama anten göründüğüne göre, suyun fazla derin olmadığı anlaşılıyordu.
“Dalgıç lazım,” dedi Björk’e. “Hem de hemen şimdi.”
“Hava çok karanlık, dalgıç bir şey göremez ki,” diye itiraz etti Björk. “Sabaha kadar beklesek çok daha iyi olacak.”
“Suyun dibine bakacaklar yalnızca,” dedi Wallander. “Yarına kadar beklemek istemiyorum.”
Björk daha fazla tartışmayarak polis araçlarından birine gidip telefon etti. Svedberg de bu arada aracın sürücü kapısını açmış fenerle arabanın içini araştırıyordu. Sırılsıklam olan araç telefonunu dikkatle inceledi.
“Son aranan numara hafızadadır,” dedi. “Büroyu arayıp telesekretere not bıraktıktan sonra belki başka bir yere de telefon etmiştir.”
“Güzel,” dedi Wallander. “Çok zekice, Svedberg.”
Dalgıçların gelmesini beklerken arabayı incelemeye koyuldular. Wallander arka koltukta sırılsıklam olmuş pastaları gördü.
Her şey şimdilik yerine oturuyor, diye geçirdi içinden. Peki ama sonra ne oldu? Yolda ne oldu? Louise Åkerblom kimle karşılaştın? Görmek istediğin biri miydi? Yoksa başka biri mi? Senin haberin olmadan seni görmek isteyen biri mi?
“Cüzdan yok,’’ dedi Svedberg. “Evrak çantası da. Torpido gözünde de arabanın sigorta evrakı dışında bir şey yok. Ve bir de İncil var.”
“Elle çizilmiş bir yol haritası var mı, bak bakalım,” dedi Wallander.
Ama Svedberg haritayı bulamadı.
Wallander yavaşça aracın çevresinde dolaştı. Araba bir yere çarpmamıştı. Louise Åkerblom kaza geçirmemişti.
Polis araçlarından birinde oturarak termostan kahve içtiler. Yağmur durmuştu. Gökte tek bir bulut bile yoktu.
“Acaba kadın gölün dibinde mi?” diye sordu Svedberg.
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Olabilir.”
İki genç dalgıç, itfaiyenin acil durum araçlarından biriyle olay yerine geldi. Wallander ve Svedberg’in ellerini sıktılar. Daha önceden tanışıyorlardı.
“Gölde ne arayacağız?” diye sordu dalgıçlardan biri.
“Ceset olabilir,” dedi Wallander. “Evrak çantası ve bir cüzdan da olabilir. Belki de bizim aklımıza gelmeyen başka bir şey.”
Dalgıçlar hazırlıklarını tamamladıktan sonra kirli ve bulanık suya girdiler.
Polisler seslerini çıkarmadan onları izliyordu.
Martinson dalgıçlar ilk dalışlarını tamamladıktan hemen sonra geldi. “Demek sonunda arabayı bulduk,” dedi.
“Kadın gölde olabilir,” diye açıkladı Wallander.
Dalgıçlar çalışkan ve çok dikkatliydiler. Biri arada sırada duruyor, kancayı düzeltiyordu. Gölün dibinden ağaç dalları, plastik bir çizmeyle kırık bir kızak çıkarmış, bir kenara koymuşlardı.
Saat gece yarısını geçmişti. Ama hâlâ Louise Åkerblom’dan bir iz bulunamamıştı.
“Aşağıda başka bir şey yok,” dedi dalgıçlardan biri. “Eğer isterseniz yarın yine dalarız.”
“Gerek yok,” dedi Wallander. “Kadının orada olmadığı kesin.”
Birbirlerine iyi geceler diledikten sonra herkes arabasına binip evine gitti.
Wallander evine gidince bir bira içerek bir şeyler atıştırdı. O denli yorgundu ki doğru dürüst düşünemiyordu. Soyunmadan yatağına uzandı, battaniyeyi üstüne çekti.
29 Nisan Çarşamba günü sabah saat yedi buçukta Wallander polis merkezindeydi.
Arabadayken aklına bir şey gelmişti. Papaz Tureson’u telefonla aradı. Telefona Tureson yanıt verdi. Wallander bu kadar erken bir saatte aradığı için önce özür diledi, sonra da kendisiyle gün içinde mutlaka konuşmak istediğini söyledi.
“Önemli bir şey mi var?” diye sordu Tureson.
“Hayır,” dedi