“Onu hatırlıyorum,” dedi. “Galiba pasta almıştı. Evet, şimdi daha iyi hatırladım. Napolyon pastayla ekmek almıştı.”
Wallander bir an için düşündü.
“Kaç tane pasta aldı?” diye sordu.
“Dört. Pastaları kutuya koyacaktım ama buna gerek olmadığını, kese kâğıdının yeterli olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Acelesi var gibiydi.”
Wallander başını salladı.
“Dükkândan çıktıktan sonra nereye gittiğini gördünüz mü?”
“Hayır. O sırada başka müşteriler vardı.”
“Teşekkür ederim,” dedi Wallander. “Çok yardımcı oldunuz.”
“Ne oldu?” diye sordu kadın.
“Hiçbir şey,” diye cevap verdi Wallander. “Her zamanki sıradan sorular.”
Fırından çıkarak, Louise Åkerblom’un arabasını park ettiği, bankanın arkasındaki otoparka doğru gitti.
Fazla bir yol alamadık, diye geçirdi içinden. İşte tam bu noktada kadının izini kaybediyoruz. Evi görmek için buradan hareket ediyor ama evin nerede olduğunu henüz bilmiyoruz. Arabasına bindikten sonra da telesekretere bir mesaj bırakıyor. Keyfi yerinde; pasta almış ve saat beşte kendi evinde olmayı planlıyordu.
Saatine baktı. Üçe üç vardı. Üç gün önce Louise Åkerblom da tam bu saatte, tam bu noktada duruyordu.
Wallander bankanın önüne park ettiği arabasına doğru gitti. Arabaya biner binmez hırsızın çalamadığı birkaç kasetten birini teybe koydu. Ve o âna dek öğrendiklerini sıraladı kafasında. Åkerblom ailesinin dört bireyinin cuma akşamı yiyemedikleri dört pastayı düşünürken Placido Domingo’nun gür sesi arabayı doldurdu. Birden pastaları yemeden ailenin dua edip etmeyeceği geldi aklına. Tanrı’ya inanmanın nasıl bir şey olduğunu düşündü.
Aynı anda aklına bir başka fikir daha geldi. Olayları konuşmak için merkezdeki toplantıya gitmeden önce bir görüşme daha yapabilecek zamanı vardı.
Robert Åkerblom ne demişti? Papaz Tureson!
Wallander arabayı çalıştırdı ve Ystad’a doğru sürdü. E14 karayoluna geldiğinde hız sınırını zorlamaya başlamıştı. Merkezin santral memuru Ebba’yı arayarak Papaz Tureson’u bulmasını ve derhâl kendisiyle görüşmek istediğini söylemesini rica etti. Ystad’a gelmeden az önce Ebba arayarak Papaz Tureson’un Metodist kilisesinde olduğunu ve kendisini görebileceğini söyledi.
“Ara sıra kiliseye gitmende bir sakınca yok,” dedi Ebba.
Wallander geçen yıl Riga’daki kilisede Baiba Liepa’yla geçirdiği geceleri düşündü. Ama hiçbir şey söylemedi. İstese bile o sırada onu düşünecek zamanı yoktu.
Papaz Tureson uzun boylu, yapılı, kır saçlı, orta yaşlı biriydi. El sıkışırken Wallander adamın ne denli güçlü olduğunu hissetti.
Kilisenin içi oldukça sıradandı. Wallander kiliselerde genellikle hissettiği o yoğun baskıyı bu kez hissetmedi. Mihrabın yanındaki ahşap sandalyelere oturdular.
“Birkaç saat önce Robert’le konuştum,” dedi Papaz Tureson. “Zavallı adam, perişan bir hâlde. Louise’i daha bulamadınız mı?”
“Hayır,” diye cevap verdi Wallander.
“Acaba ne oldu? Louise kendini tehlikeye atabilecek bir kadın değildi ki.”
“Bazen insan kadere karşı koyamıyor,” dedi Wallander.
“Ne demek istiyorsunuz?”
“İki tür tehlike vardır. Bunlardan biri insanın kendisini içine attığı tehlike, diğeriyse sizi içine çeken tehlike. İkisi aynı şey değildir.”
Papaz Tureson ellerini iki yana açtı. Çok endişeli bir hâli vardı, çocuklara ve Robert’e üzüldüğü her hâlinden belli oluyordu.
“Bana ondan söz edin,” dedi Wallander. “Nasıl biriydi? Onu uzun zamandan beri mi tanıyordunuz? Åkerblom’lar nasıl bir aileydi?”
Papaz Tureson son derece ciddi bir ifadeyle Wallander’e baktı. “Sanki her şey sona ermiş gibi sorular soruyorsunuz,” dedi.
“Özür dilerim, bu benim kötü alışkanlıklarımdan biri,” dedi Wallander. “Elbette, nasıl biri, diye sormak istemiştim.”
“Bu kilisede beş yıldan beri çalışıyorum,” diye söze başladı. “Aslen Göteborglu olduğumu belki biliyorsunuz. Åkerblom’lar ben buraya geldiğimden beri kiliseye üyeler. Her ikisi de Metodist ailelerden geliyor ve birbirlerini de ilk kez kilisede görmüşler. Şimdi de kızlarını gerçek birer Metodist gibi yetiştiriyorlar. Robert ve Louise son derece iyi insanlardır. Çalışkan, cömert ve tutumlu kişiler. Onlardan başka türlü söz etmek mümkün değil. Aslında onları birbirinden ayrı düşünmek de mümkün değil. Kilisemizin üyeleri Louise’in kaybolmasına çok üzüldüler. Dünkü dua sırasında bunu yoğun bir şekilde hissettim.”
Kusursuz aile. Görünürde tek bir pürüz bile yok, diye geçirdi içinden Wallander. Bin farklı kişiyle de konuşsam hepsi aynı şeyi söyleyecek.
Louise Åkerblom’un tek bir kötü tarafı bile yok. Tek bir tane bile. Tek garip olay, onun ortadan kaybolması.
Ama yine de eksik ya da ters bir şeyler var.
“Bir şey mi düşünüyorsunuz, Komiser?” diye sordu Papaz Tureson.
“Kusurları düşünüyorum,” dedi Wallander. “Bütün dinlerin temelinde bu yok mu? Tanrı’nın kusurlarımızın üstesinden gelmede bize yardım edeceği inancı?”
“Elbette.”
“Ama görünen o ki Louise Åkerblom’un bir tane bile kusuru, zayıflığı yok. Onunla ilgili söylenen her şey kusursuz biri olduğu doğrultusunda. Bu da beni kuşkulandırıyor. Gerçekten böylesine tepeden tırnağa iyi insanlar var mı?”
“Louise işte böyle bir insan,” dedi Papaz Tureson.
“Onun neredeyse bir melek olduğunu mu söylüyorsunuz?”
“Pek değil,” dedi Papaz Tureson. “Kilisenin düzenlediği sosyal akşamların birinde bir keresinde kahve yapmıştı. Kahve yaparken elini yakmıştı. Yüksek sesle küfrettiğini duydum.”
Wallander geriye dönüp her şeye yeniden başlamayı düşündü. “Karı kocanın kavga etme olasılığı yok, değil mi?” diye sordu.
“Kesinlikle yok,” diye karşılık verdi Papaz Tureson.
“Başka bir adam?”
“Elbette yok. Umarım Robert’e bunları sormazsınız.”
“Dini açıdan bazı kuşkulara kapılmış olabilir mi?”
“Bunun asla söz konusu olmayacağından eminim. Olsaydı hissederdim.”
“İntihar etmesi için herhangi bir neden var mıydı?”
“Hayır.”
“Ya da çıldırması için?”
“Neden çıldırsın ki? Son derece dengeli bir kişiliği var onun.”
Wallander kısa bir sessizlikten sonra, “Birçok kişinin bir ya da birkaç sırrı vardır,” dedi. “Louise Åkerblom’un da ne kocasıyla ne de başkalarıyla paylaşabileceği bir sırrı olamaz mı?”
Papaz Tureson başını salladı. “Elbette herkesin bir sırrı vardır,” dedi. “Genellikle