“Ne gerek vardı kahveye?” dedi Yasemin Sert. “Suna beni bekliyor, geç kaldım zaten. Hem sen Ayça’ya gitmeyecek miydin?”
“Ama sen istedin benimle gelmeyi,” dedi Noyan Sert. “Remzi Bey’le iki satır konuşayım, bırakırım seni.”
“İstemem, atlar bir taksiye giderim, durak şurada,” dedi Yasemin Sert. “Zaten pişman oldum seninle geldiğime. Hadi konuşun.” Önce elini sivrisinek kovalar gibi salladı havada. Sonra net bir hareketle yerinden kalktı, ikimize de bakmadan odadan çıktı. Arkamda koridordaki ayak seslerini, sonra banyonun açılan kapanan sesini duydum.
Noyan Sert bana döndü.
“Ne diyorsunuz?” dedi alçak bir sesle.
“Eve doğru dürüst göz atamadım,” dedim bağırmadan. “Adamınız babanızın sırlarını korumaya kararlıydı.”
“Tabanca?” dedi Noyan Sert.
Paltomun cebine vurdum.
“Onu aldım,” dedim. “Eve de bir bakarım sonra, el ayak çekilince.”
İçeriden banyo kapısının açılıp kapanma sesi geldi tekrar.
“Anladım,” dedi Noyan Sert, daha yavaş bir sesle. Aklına geldi sonra.
“Nasıl gireceksiniz içeri?”
“Bir yolunu bulurum,” dedim. Sustum.
Yasemin Sert içeri girdi. Koltuğa oturmadı ama, pencerelere doğru yürüdü. Dışarı baktı. Mantosuna sarıldı, pencereyi kapatmadı.
“Ben gidiyorum Noyan,” dedi. “Bırakacak mısın beni?”
“Kahve istemediğinden emin misin?” dedi Noyan Sert.
“Sabahtan beri on sekiz kahve içtim Noyan,” dedi karısı. “Sen o yönetmen bozuntusuyla çan çan yaparken, ben kafamı kaldıramadım ödemelerden.”
“Tamam şekerim, tamam,” dedi Noyan Sert. “Ben de bir tuvalete gideyim, çıkalım.”
Yere bakarak odadan çıktı. Dikildiğim yerden sesimi çıkarmadan Yasemin Sert’e bakıyordum. Bakışlarımı sırtında hissetmiş gibi geri döndü. Gözleri ezme modundaydı.
“Emlak komisyoncusuna benzemiyorsunuz hiç,” dedi. “Noyan söylemese ihtimal vermezdim.”
“Bir tahminde bulunun,” dedim. “Neye benziyorum?”
Eve girdiğinden beri ilk kez gerçeğe benzer bir biçimde gülümsedi. Kollarıyla mantosuna daha sıkı sarıldı.
“Pilota,” dedi hiç duraksamadan. “Sürekli rüzgârları bulutları kollayan bir haliniz var.”
Midemde bir yerler kasıldı. Kısa sürdü kasılma ama.
“İnsan hiçbir meslekte rüzgârları bulutları kollamadan ayakta duramaz,” dedim.
Yasemin Sert’in gözleri yumuşadı cevabımı duyunca.
“On yıl daha genç olsaydınız, sizden iyi senior müşteri temsilcisi olur, derdim,” dedi, gerçek mi sahte mi olduğunu anlayamadığım bir gülümseyişle.
Müşteri temsilcisinin ne yaptığını öğrenmiştim reklamcı arkadaşımın ajansına gide gele.
“Benim işimde de müşteriler önemlidir,” dedim.
“Hadi Yasemin!” diye bağırdı Noyan Sert dışardan.
Yasemin Sert kapıya doğru yürüdü. Antreye girince geri döndü. Hemen arkasındaydım.
“Dikkat edin, kandırmasınlar Noyan’ı,” dedi.
“Ha ha ha!” diye güldü Noyan Sert. Eli paltosunun cebindeydi.
Tam o sırada Süleyman Çiçek elindeki tepsiyle mutfaktan çıktı. Üç fincan kahve vardı tepside.
“Kahveye kalamıyoruz Süleyman,” dedi Noyan Sert. “Sen Remzi Bey’i bırakırsın istediği yere.”
“Gerek yok,” dedim. “Bir taksiye atlar giderim.” Evimin buralarda olduğunu belirtmeye gerek duymadım.
Altes kapıyı açtı, bir iki adım attı, kocasını bekledi dışarıda.
“Tamam o zaman,” dedi Noyan Sert, Süleyman Çiçek’e. “Eve git sen de. Sabah ilk iş kartvizitleri bırakmayı unutma Şakir Bey’e.”
“Unutmam,” dedi Süleyman Çiçek.
Elindeki tepsiyle mutfağa girdi.
“Hadi Noyan!” dedi karısı kapının dışından.
Bana döndü Noyan Sert. Paltosunun cebindeki elini çıkardı uzattı elimi sıkmak için aceleyle.
“Görüşürüz,” dedi. “Bir gelişme olursa haberleşiriz.”
“Tamam,” dedim. “Bir gelişme olursa haberleşiriz.”
Kapıyı arkalarından kapadım.
Süleyman Çiçek yeniden belirdi mutfağın kapısında.
“Bir dakika bekle beyim,” dedi. “Şu fincanları yıkayıp pencereleri kapayayım, çıkalım.”
“Keyfine bak,” dedim. “Ben de bir tuvalete gireyim, kaçıyorum.”
Bir kez daha sıvazladı kabak kafasını.
“Kusuruma bakmadın değil mi beyim?” dedi. “Noyan Bey’den habersiz bir iş tutmalıyım dediydim.”
“Dert etme,” dedim. “Her şeyin bir yolu bulunur. Kolun yaşına göre sağlam ha, haberin var mı?”
Mutfaktan içeri girmeden önce, muzaffer bir Kırkpınar pehlivanı gibi gözlerinin parladığını gördüm.
Koridorun sonuna yürüdüm. Banyonun kapısını açtım. Kapıyı tam kapamadan girdim içeri. Kişisel ıvır zıvırları toplanmış, şahsiyetinden geriye pek bir şey kalmamış bir banyoydu işte. Tuvalet kâğıdı bırakılmıştı bir tek yerinde. Küvet, bataryanın altında bir süredir denetimsiz damlayan suyun oluşturduğu sarımsı bir kireç lekesi dışında tertemizdi. Aynanın önündeki tezgâh boştu. Lavabonun sağ tarafında epey küçülmüş bir sabun vardı yalnızca.
Sonra hemen çıktım dışarı.
Mutfağa doğru baktım. Süleyman Çiçek görünmüyordu ama akan suyun sesini duyabiliyordum.
Zamanıdır şimdi, dedim içimden.
Yatak odasından içeri süzüldüm.
Işığı yakmadan yürüdüm birleştirilmiş odanın dibine doğru. Yerini bildiğim dolabın içinde, yerini bildiğim yakası kürklü paltoya eriştim hızla. Sağ cebe bakarak zaman yitirmedim. Elimi sol cebe daldırdım. Parmaklarımın ucuna değen kâğıt parçasını aldım, paltomun cebine attım.
Dolabı kaparken durdum.
Humphrey Bogart şapka bana bakıyordu.
Ben de ona baktım. Elimi uzatıp aldım.
Yatak odasından çıktım. Mutfağa kulak kabarttım. Su sesi gelmeye devam ediyordu. Banyoya girdim. Sifonu çektim. Suyun gürültüsünün arasında dışarı çıkıp kapıyı kapadım. Antreye doğru yürüdüm.
Şapkayı gövdemin arkasında tutarak seslendim mutfağa doğru.
“Çıkıyorum ben,” dedim. “İyi akşamlar.”
“İyi akşamlar beyim,” dedi Süleyman Çiçek