Müthiş bir sigara içme isteği belirdi içimde. Sönen merdiven boşluğunun ışığını tekrar yakıp aşağıya inmeye başladım. Önünden geçtiğim kapılardan ne ses ne ışık sızıyordu dışarıya. İkinci katta cebimden sigaramı çıkardım. Birinci kata indiğimde çakmak elimdeydi. Dış kapının önünde durdum. Apartmana gelenleri karşılayan kalın paspası ayağımla demir kapının kapanmasını engelleyecek biçimde ittirdikten sonra yaktım sigaramı.
Gelen giden yoktu. Hava soğuktu. Paltoma iyice sarındım. Şapkayı kafama geçirdim.
Cebimdeki Sig Sauer’i yoklayarak yürüdüm. Bahar Sitesi’nin girişindeki taksi durağının camları iyice buğulanmıştı. Soğuk havada, küçücük bir kulübede sürekli çay kaynatırsanız camlar buğulanırdı. Canım müthiş kahve istedi. Saatime baktım. Gece daha gençti. Daha tam olarak gece bile olmamıştı. Gecenin olmasını evde beklemeye karar verdim.
Adımlarımı hızlandırdım eve kadar.
İçeri girer girmez, telesekreterin ışığına baktım. Bunu her zaman yaptığımdan daha büyük, daha farklı beklentilerle yaptığımı fark ettim sonra. Kimse aramamıştı, kadın ya da erkek. Telesekreterin açık konumda olup olmadığını kontrol ettim yine de gereksiz yere. Açıktı ama arayan olmamıştı. Sig Sauer 232’yi çıkarıp masanın üstüne koydum beyaz atletin içinde. Evin içinde dolaştım bütün ışıkları yakarak. Bunu pek sık yapmazdım. Yaptım ama. Yatak odam, son haftalarda sıklıkla görüldüğü gibi tertipliydi. Yatak örtüsünün kenarı, kimi otellerdeki gibi kıvrılmıştı üçgen halinde. Bir iç çektim.
Üstümdekeleri çıkardım sonra. Bu akşam için giydiğim gökyüzü mavisi kazağı dolabımın içine fırlattım. Ütülü pantolonumu çıkardım, son zamanlarda alıştığından çok yıkandığı için dikişlerinden şaşkınlığa uğrayan blucinimi giydim. Belki bir iki kilo da almıştım.
Mutfağa gittim sonra.
Yiyemediğimiz akşam yemeği için yaptığım ön hazırlığı oluşturan öteberiyi yerlerine tıktım. Kendime bir kahve yaptım sonra. Neskafesi her zamankinden çok konmuş bir kahve. Bırakmamış olsaydım kocaman bir kadeh viski içerdim. İçmedim ama. O kadar da değil, dedim kendi kendime.
Kahvem elimde, salondaki masanın başına dikildim. Ölümcül makine oracıkta masum masum duruyordu. Gözlerime çok şey söylemedi. Nurulllah Sert’in Sig Sauer’iyle biraz daha yakından haşır neşir olabilmek için yarını beklemem gerektiğine karar verdim. Ne olur ne olmazdı.
Kahvemi alıp bilgisayarın başına gittim sonra. Nekahet döneminde kendime ödül olarak satın aldığım yeni bilgisayardaki yeni Microsoft Flight Simulator 2004’ün başına geçtim.
Bu versiyon daha iyiydi.
Her yeni versiyon bir öncekinden daha iyi oluyordu zaten. Yeni uçaklar, yeni havaalanları ekleniyordu. Görünüm gerçeğe daha yakındı. O yüzden başarısız inişlerin sonundaki çakılmalar daha çok acıtıyordu içimi. Ama çakılmalara pes etmiyordum. Derin bir nefes alıyor, yeniden havalanıyordum. Hâlâ yolcu taşımaya cesaret edemiyordum.
Kendi kendime milyonlarca kere küfrederek üst üste uçtum. İki kahve daha içtim arada.
Cessna’mın saati 11.30’u gösterdiğinde kalktım bilgisayarın başından.
Yatak odasına gidip giyindim.
Siyah, boğazlı bir kazak seçtim. Pantolonumu siyah bir blucinle değiştirdim.
Kullanılmayan misafir odasındaki yatağın altında duran alet çantasını çektim eğilerek. İçindeki ıvır zıvırları gözden geçirdim. Birbirine karışmış çeşitli boy çivilerin arasında masum bir alet gibi duran maymuncuğumu aldım. Lizbon’da hırsızlar bit pazarından aldığım maymuncuğumu. Bizi istemeyen kimi kapıları birlikte ikna ettiğimiz maymuncuğumu. Alet çantasını yerine ittim, içeri geçtim.
Antredeki dolaptan montumu giydim. Salona yürüdüm. Nurullah Sert’in şapkasını başıma geçirdim. Tabancaya yalnızca baktım. Altı kalın lastik botlarımı giydim sonra. Tıraş olmaya gerek duymamıştım.
Aynada kendime şöyle bir göz attım çıkmadan önce.
Remzi Ünal… Şu Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendisine saygısı olan hiçbir “frequent flyer”ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf charter şirketlerinde dahi tutunamayan, şu sıralar sayenizde MS Flight Simulator’un Cessna’sını her çakışında inatla bir daha yükselen eski pilot, ex-kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal.
İşe çıkıyordum. Yeniden işe çıkıyordum. Belki çıkmasam daha iyi olurdu ama yeniden işe çıkıyordum.
Yarım iş bırakmamak için işe çıkıyordum.
Gece iyice soğumuştu ama fazla yürümeyecektim. Yine de adımlarımı hızlandırdım. Bir polis otomobili ağır ağır geçti yanımdan, araba ya da ev faresi olmadığımı onlara gülümseyerek gösterdim. İnandılar mı bilmiyorum. Şapkama bakmadılar ama.
Taksi durağında yalnızca iki taksi bekliyordu. Küçük kulübenin camları hâlâ buğuluydu.
Nurullah Sert’in oturduğu apartmanın girişinde ayakkabılarımdan hiç ses çıkmadan ilerledim. Merdivenleri duraksamadan çıktım. Paspas, koyduğum yerde duruyordu. İçeri girerken eski yerine ittim onu ayağımla.
Üçüncü kata çıkarken kimseyle karşılaşmadım.
Çelik kapının önünde hiç duraksamadan montumun cebinden maymuncuğumu çıkardım. Kendi evimin kapısını açıyor gibi kilide yerleştirdim. Merdiven otomatiğine üçüncü kez basmaya ihtiyaç duymadan açılıverdi kapı. Aferin lan, dedim içimden.
İçeri girer girmez ardımdan kapadım kapıyı. Maymuncuğu cebime koydum.
Ev sessizdi. Temiz kokuyordu. Sıcaktı.
Kapının yanındaki düğmeye basıp antreyi aydınlattım. Bıraktığımız gibiydi ortalık.
Nerden başlayacağımı düşünerek kısa bir süre antrenin ortasında dikildim. Evde üst üste içtiğim kahvelerin sindirim sistemimi terk etmek için telaşlandığını hissettim sonra bir an. Dur bakalım, dedim içimden. Sonra evin tek görmediğim yeri olan mutfağa yöneldim. İçeri girip ışığı açtım.
İnce uzun, tertipli, çok temiz, neredeyse steril bir mutfaktı burası. Gülsüm Hanım’ın eksikliğini en çok burası hissediyor gibi geldi bana. Bir sürü dolap vardı. Sanki kapakları uzun süredir açılmamış gibi duruyorlardı. Yıkanıp ters çevrilmiş üç kahve fincanı lavabonun yanına bırakılmıştı.
Fırının, mikrodalganın kapaklarını açıp içlerine bakmak içimden gelmedi.
Işığı açık bırakarak çıktım dışarı. Antredeki kocaman Westinghouse’un kapağını açtım. İçi büyüklüğüyle çelişecek derecede boştu. Meyvelik, portakal ve mandalina doluydu. Üç greyfurt vardı.
Orta raflarda tencerelerin içine konulmuş, yarın yenilmeyi bekleyen yemekler falan yoktu. Benim buzdolabıma da girmesi ile çıkması arasında uzun süre geçmeyen hazır pizzalardan gördüm. Üç karton da süt.
Kahvaltılık bölümü en zengin bölümüydü buzdolabının. Beş çeşit ithal peynir gördüm. İki kâse doymamış yağ oranı yüksek kahvaltılık yağdan vardı. Siyah ve beyaz zeytinler iki küçük kâsede duruyordu. Portakal, vişne ve gül reçelleri küçük boy kavanozlarındaydı.
Westinghouse’u kapadım.
Salona geçtim. Dört kollu avizeyi şenlendirdim ilk iş olarak. Perdeleri açmak içimden gelmedi.
Odaya egemen olan dev ekranlı